Saim Akçay
Çoğunluğun Onayı, Yanlışı Doğru Yapmaz.
Söze, Carl Gustav Jung’un (ö.1961) “Düşünmek zor bir sanattır. Bu sebeple çoğunluk sürüyü takip eder.” veciz ifadesiyle başlayalım. Ve Oscar Wilde’nin (ö. 1900) “İnsanların çoğu kendileri değil, başkalarıdır. Düşünceleri başkalarının düşünceleridir; yaşamları başkalarını taklittir ve tutkuları ise alıntılardır. Şimdilerde insanlar öz benliklerinden korkuyorlar.” ifadesini ilave edelim.
Bu arada Müslüman kardeşim “Başka örnek bulamadın mı da Müslümanlar dururken gavurlardan örnek veriyorsun?” diye kükreyecek diye bekliyorum. Ama keşke yobaz, gavur’un anlamını bilseydi.İnandığım şudur: Bir düşünce adamının inancını sorgularsanız, onun ürettiğini yok sayarsınız. Bu bir evrensel kabuldür. Düşünce adamının inancı, coğrafyası, etnik kökeni, soyu, sopu kendisine kalmalı. Bize lazım olan sadece düşüncesidir.
Evet, mevzuya dönelim. Yine birçok düşünürün ortak algısı şudur: Çoğunluğun memnun kalacağı cümleler aramak, kurmak, konuşmak hakikate ihanettir. Fikirle konuşursanız hep yanılırsınız ama bilgiyle konuşursanız bilgide saygı vardır. Bir de dedikodu malzemesiyle konuşmak var, işte o zaman hakikati katledersiniz. Aslolan, söylenen sözün sözden hale yansıyıp yansımadığı; akıl ekseninde ve vicdan mahreçli olup olmadığıdır. Farkı fark etmenin anahtarı burada.
Düşüncenin devrimci tabiatını, hümanist bir yaklaşımla hakikatlere kapı aralayarak Bertrand Russell (ö. 1970) kadar ustalıkla ifade eden sanırım kimse olmamıştır. Filozof, 1916’da yazdığı Principles of Social Reconstruction (Toplumun yeniden inşasının ilkeleri) adlı kitabında, “İnsanlar dünyada herhangi bir yıkımdan, hatta ölümden daha çok düşünceden korkarlar. Düşünce devrimci, yıkıcı ve korkunçtur; alışkanlıklara karşı acımasızdır. Düşünce anarşik ve kanunsuzdur; otoriteyi umursamaz. Düşünce cehennem kuyusuna bakar ama korkmaz; evrenin efendisiymişçesine onu güçsüz bir zerre olarak görür. Düşünce büyüktür, hızlıdır ve özgürdür; dünyanın ışığı ve insanın övünç kaynağıdır. Düşünce, çoğunluk tarafından sahiplenilirse korku ortadan kalkar.” diyor.
Bertrand Russell’in bu “karşı gelme yeteneği” soyut bir prensipten değil, yaşam sevgisinden kaynaklanır. “Ruh (ömrün macerası), ancak aklın ışığındaki düşünce sayesinde kaderin imparatorluğundan kurtulabilir” diyor. Ve şu sözü evrensel ışıktır adeta: “İnsanlığınızı hatırlayın, gerisini unutun. Eğer bunu yapabilirseniz yeni bir cennetin yolu açılır. Yapamazsanız önünüzde ölümden başka bir şey bulunmaz. Eğer ülkenin kanunları, insanlık kanunları ile çelişirse doğru bir insan ‘insanlık kanunlarını’ seçmelidir” diyor. Tabi insanlık kanunlarını seçmek ve fark yaratmak kolay olmuyor, bedel ödemeyi gerektiriyor. İnancının sorgulanmasının gereksizliğine inandığımız, çoğu kendi dönemlerindeki otoriteye itaatsizlik etmemiş olmakla birlikte farklı metotlarla bedel ödemekten kaçmayan ölümsüzlere bir bakın:
– Sokrates (ö. MÖ.399), ölüme mahkum edilerek,
– Spinoza (ö.1677), yetkililerle çatışmaya girmek yerine profesörlük unvanını reddederek,
– Kant (ö.1804), sadık bir vatandaş olmayı yeğleyerek,
– Hegel (ö.1831), devrimci gençlik sempatisini sonraki yıllarda devleti yüceltme fikriyle değiştirerek bedel ödemişti.
Hiçbiri kendi geleneksel düşünce ve kavram otoritelerine ve bilinen klişelere itaat etmedi. Karanlığa tuttukları ışıkla uyuyanları uyandırıyorlardı! Dahası bilmeye cüret etmişlerdi.
Onların meselesi şu ya da bu değil “insan” idi. İnsan da evrenseldir; yani ülkü, ülke ve ilkeleri bir, doğdukları yer dünyadır.
Samuel Johnson’un (ö.1784) “Hiç kimse taklit yoluyla büyük adam olamaz” sözü, düşüncenin devrimci karakteristiği mevzusuna farklı bir perspektiften bakışın ürünüdür. İbn-i Haldun’un (ö.1406) “Mağluplar galipleri taklit ederler” sözü de meseleye doğrudan ışık tutar. Zira taklit aslını yaşatır, mukallidin ruhunu gasp eder.
Şu kısa ve öz cümle de bizden olsun: “İnsan; makam, mevki ve tahsili vs. taşıdığı beşeri sıfatları ruhuna indirememişse dilinden düşen her büyük söz onun küçük adam olduğunu ele verir. Onun iradesi taklit, kendisi mukallittir. Ancak aslını yaşatır, kendi ruhunu öldürür.” Peygamberler de taklit edilmek için değil, örnek alınmak için gönderilmiştir. Çünkü taklit varsa akıl devre dışıdır. Mesele ibretle örnek alabilmekte! Çünkü örnek alırken akıl “lider olarak” devrededir! Onun için Hz. Peygamber “Ben mukallitlere değil, muallim olarak ‘akıl sahiplerine’ gönderildim” der. Manidardır; başka bir hadiste “Müftüler fetva verse de siz gönlünüze danışın” diyerek “vicdanı” işaret eder.
Peki acaba her bir sözü ayrı birer evrensel ışık olan, hepsi yalnız kalmış ve bedel ödemiş olan peygamberler ile “ilim ve bilimin” öncülerinin (akıl vesilesiyle) ortaya koyduğu hakikatlere, evrensel dinin cüzü Kuran hangi kodları vermiştir?
Kuran “İnsanların çoğu bilinçsizdir, çoğunluğu tefakkuh etmez (hukuk bilmez), hangi hikmete mebni yaratıldığını kavrayamaz. Bundan dolayı yoldan çıkmaya ve kendi bilgi ve inancına uymayan fikirleri yanlışlama eğilimindedirler” der. Ama bu, insanların tamamının böyle olduğu anlamana gelmez. İnsanın hangi tarafı kışkırtılırsa o tarafı gelişir. Nefsi kışkırtılırsa yanlışlama eğiliminde olur. Ama iyi tarafından kışkırtılırsa bu defa o tarafı gelişir ve zıt eğilim ortaya çıkar. İnsan böyle bir hikmet ürünüdür. Zira vicdan sahibidir. Bu dönüşümün yaratacağı sinerji ile kalabalıklar da dönüşebilir! Yani insanın zekâsıyla alay edildiğini fark ederek vereceği tepki spontanedir.
Şu gerçek iyi bilinmelidir: İnsanların çoğu bir yanlış eylemin içinde diye o yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz. Çünkü kalabalıklar içinde yanlış eylem içindeki bu çoğunluk yönlendirilmiştir.
Adeta matematikseldir, bakın;
– “Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsanız sizi Allah yolundan saptırırlar.” (Enam-116)
– “Onlar işlerini ancak kendi aralarında istişare (danışarak, rıza alarak) ile çözerler.” (Şura-38). Zira sosyal işlerde aslolan meşveret, rıza, liyakat, ehliyet, marifet ve adalettir)
Bu iki ayet “çoğulculuk ile çoğunlukçuluk” arasındaki farkı ortaya koyar. Ayrıca Mümtehine- 12’de “Demokrasi ve laikliğin” kodu verilmiştir. (Klasik ilahiyatçımızın kulakları çınlasın!)
Demokrasinin Kuran ilkelerine uygun mantığı şöyle işlemektedir: Allah’tan kaynaklanan yetkinin, toplum iradesinden geçerek seçilmiş bir lidere devredilmesi demokrasinin ta kendisidir. Yönetimde beyat (sosyal mukavele) esas kılınmıştır. Peygambere yönetimde kadınlar dahil tüm toplumdan beyat alması emredilmiştir.
İsterseniz Allah adı ve aşkıyla, idare olunduğu iddia edilen coğrafyaya bakın ve tabloyu görün. Ya da ülkemizin yakın geçmişine bakın ve bir gecede başbakan ve yerel yöneticilerin azledildiğini ve bunların yerine kol hizasında saf tutan düşük profillileri görün. (Adeta “Ben daha düşük profilliyim” diye yarışanlar hani. )
Eh, bir toplumun başına “düşük profilliler geçerse” o toplumun profili düşüktür ve kızılca kıyamet o toplumun başına haktır (Bu bir doğrudan ayet değilse de Kuran’ i rivayettir). Zira her lider kendi seçmeninin zekasına hitap eder. Aslında demokrasilerde modellemeler de böyledir, seçenlerin zeka seviyesi seçilenin kalitesini belirler. Başka bir ifade ile seçilenler seçenlere ayna tutar aslında. Yani herkesin problem kaynağı kendisidir, vesselam.
Şimdi bu seviyeye, evrensel hükümleri ve her “ben insanım diyen” için temel insan haklarının esas olduğunu nasıl anlatacağız?
Bu hususta da kafamdaki kalıpları 50 yaşından sonra un ufak eden, “İnsan hakkı Müslüman hakkı değildir” diyen ayeti (Nisa- 75) nasıl anlatacağız? (Bu bir Müslüman için hak ve hakikat uğruna ve tüm insanlık adına savaş emridir, işte evrensel yüz budur.)
Sonuç olarak; eğer bir toplumda ÇOĞULCULUK, yerini ÇOĞUNLUKÇULUĞA bırakmışsa o toplumun işi bitmiştir. Ortada “düşük profil” sırıtır.
Anlatamadığımız, anlaşılamadığımız ve anlaşamadığımız için cehennemi yaşamak kader olmuş vesselam. Evet herkesin problem kaynağı kendisidir. Merhum Gandhi’nin ve onun ne demek istediğinin anlaşılmasına vesile olsun. Tanrım umduğunu versin.
Şununla paylaş: