geri dönüşlerinizi önemsiyoruz
Prof. Dr. Zafer Öner
Herkes Biliyor!
Salondaki herkes ve sahne alan sanatçıların da hepsi biliyorlardı ki o gün,
Hacettepe Üniversitesi Genel Cerrahi bölümünden bir grup
“Kutlu Payaslı”nın misafirleriydi…
Sahnedeki Sanatçı aniden sustu ve
bizim masaya doğru bakarak,
“benimle kim dans etmek ister” dedi…
Müzik devam ediyordu, o sırada…
Yıl mı?
1976,
3 Ocak ise,
Semih Erbek’in kurşunlandığı gündü.
Evet, 3 Ocak 1976’da güpegündüz Ankara’da,
hem de Genelkurmay’ın önünde
ODTÜ öğrenci otobüsü faşist komandolarca basılmıştı. Sonradan koruma altına alınan katil ve arkadaşları, otobüsün hareket etmesini bekleyen Semih’i oturduğu koltukta vurmuşlardı.
Yaralanan ve acilen Hacettepe Aciline götürülen, Semih Erbek’e,
3 Ocak 1976 tarihinden itibaren Hacettepe Genel Cerrahi Bölümünde,
en başta Haberal olmak üzere, şifa vermeye çalışıldı.
Bir aydan fazla bir süre hastanede kalmasına ve birkaç kez ameliyat edilmesine rağmen kurtarılamayarak,
11 Şubat 1976 saat 13.00 sularında kaybettik Semih’i.
Hele de o son gün!? Elimizin altında, gözlerimizin önünde…
Kim, nasıl söyledi babasına, bilmiyorum…
O kadar zor bir şeydir ki böyle bir haberi vermek…
Girdi babası, Semih’in odasına…
Bir damla gözyaşı yoktu gözlerinde,
donuk ve soluk bir baba…
İki kolunu kaldırdı havaya,
çöktü dizlerinin üstüne, ben sandım namaz kılacak…
ve kapaklandı oğlunun ayak ucuna,
avuçları yapışık kaldı bir süre odanın tabanına…
Ve,
“Oğlum öldü, vatan sağ olsun!”
Dedi haykırarak…
Anlatılabilir bir şey değil!
Ağlamamak da mümkün değil.
Yaşamak lazım!
Gazeteler yazdı ertesi gün:
“Cenazesinde bile huzur vermediler.
Polisler kurşun yağdırdılar, havaya oraya buraya…
biri ağır, üç öğrenci yaralandı.” diye!
Asistanlığımın dördüncü yılındayım!
Ameliyatlarında bulunduğum, pansumanlarını yaptığım, beyefendi, yakışıklı,
yatağına sığmayan, bir gençti Semih!
Semih Erbek’in kurşunlanması ne ilkti, ne de son olacaktı…
O günler zor günleriydi ülkemizin, ne zaman kolay ve mutlu ve umutlu oldu ki bu ülke?
Öncesinde mi?
Sonrasında mı?
1980’e kadar beklediler ve sağın solu, solun sağı aynı merkezden çıkan silahlarla, öldürmesini seyrederek, halkın darbeye taraf olmasını sağladılar.
Bu söz kümesi benim değil, bizzat elebaşçılarınındır, biliyorsunuz!
Sonra da darbeyi yapıp bu ülkenin aydınlığının üstüne tünediler hep birlikte!
Budadıkça budadılar;
Sol gördüklerini,
Komünist saydıklarını,
Aydın dediklerini ve “tam bağımsız demokratik ve laik bir ülke” isteyen herkesi…
Ve dinciliğin ve tarikatların ve cemaatlerin önlerini açtılar… Düşüncesizce…
İşte sonuçlarını görüyoruz hep birlikte!
Sebep olan arsızlar utanmazlar ki!
Hukuk, Politikanın ve Dinin Üstünde olmalıdır!
Az söylemediler, ölenlerimiz, yani öldürülenlerimiz…
Her fırsatta dile getirdiler:
Eğer din eğitimini temel eğitim yaparsanız ve genele yayarsanız…
Bu, din ağırlıklı eğitimi:
Dinci Hukukçularınız,
Dinci Hekimleriniz,
Dinci Mühendisleriniz,
Dinci Valileriniz,
Dinci Bakanlarınız,
Dinci Askerleriniz olur!
Buna bir de ırkçılığı eklerseniz…
Ortaya çıkana, “Cumhur İttifakı” denmez mi?
Dedim ya, daha öncesi de var,
Öldüren öldürene… Ardı ardına ölenler oldu bu ülkede, fasılasız…
Say say bitmiyorlar!?
Bir bakın internete,
Yazın merak ettiğiniz yılı ve sorun;
“kimler ölmüş o yılda”, diye?
İnsan utanıyor, üzülüyor, kahroluyor okurken…
hepsi bu ülkenin evlatları, hepsi ana kuzuları…
3 OCAK 1976’da Semih Erbek, dedim ya: Sanmayın ki ilk ya da son!!
1 Mayıs 1977’de
yani Kanlı Pazarda, ki Hüsnü Hocam da orada idi…
Gözleri dolarak anlatırdı…
“o sırada tam arkamızdan yaygın ateş başladı…” diye!?
Kaç insan ölmüştü, O, kanlı pazarda?
36 mı?
38 mi?
23 Mart 1978. Doğan Öz, Cumhuriyet Savcı Yardımcısıydı.
Bindiği anda, Anadol marka arabasına,
altı kurşun attı bedenine, İbrahim Çiftçi denen katil!
Sonrasını izlediniz mi, Çiftçi’nin?!
11 Temmuz 1978 Bedrettin cömert
1 Şubat 1979 Abdi İpekçi (Katili olan,
psikopat M.A.Ağca’ya ne oldu?)
15 Temmuz 1979. Nihat Erim (Denince benim aklıma “Balyoz” gelir. O tarihte,
FETÖ’nün Balyoz’una, daha uzun zaman vardı.)
28 Eylül 1979 Tarsus Cumhuriyet Savcısı
Süreyya Eminsoy.
16 Kasım 1979 Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, Adana.
16 Kasım 1979. İstanbul TÖB-DER Başkanı ve…
Hem bitmiyorlar, hem de sonu yok…
7 Aralık 1979 Cavit Orhan Tütengil
27 Mayıs 1980 Gün Sazak
33 yıl olmuş: Prof. Dr. Muammer Aksoy öldürüleli… 31.01.1990.
7 Mart 1990 Çetin Emeç,
4 Eylül 1990 Turan Dursun,
6 Ekim 1990 Doç. Dr. Bahriye Üçok
24 Ocak 1993 Uğur Mumcu,
21 Ekim 1999 AHMET Taner Kışlalı,
20 Eylül 1992 Musa Anter,
İşte bugün, o günleri unutmuş olacaklar ki
bu iki mahkemenin hakimleri…
Ya korktukları için
ya da dinci/ırkçı oldukları için,
ya da idraksiz oldukları için,
“Ya da haklı oldukları için” denecek bir durum var mı sizce?!
İsterseniz deyin, isterlerse haklı olsunlar.
Gördüğüm bir şey var ki: Sistemimizi yıkacak adımlar atıyorlar!
Hukuk’a uymayarak, üstelik “kendi yazdıkları hukuka” uymayarak!
Hukukun/adaletin sağcısı, solcusu, dincisi, gericisi,
millicisi, devrimcisi mi olur?!
Adalet tarafsız, bağımsız ve gecikmesiz olmak zorunda değil midir?
Bu gidiş gidiş değil!
Herkesin aklını başına alması gerek, herkesin…
“Bu ülkede, mamur müreffeh TÜRKİYEYİ yaratmadan,
Nurlu ufuklara doğru yol almadan, refahı TABANA yaymadan…
Bir ahlak ve fazilet rejimi olan
Demokrasiden,
Hürriyetten,
Tam manasıyla sosyal bir hukuk devleti nizamından
Ve varlığından bahsetmek, mümkün müdür?”
Bu ne biliyor musunuz?
Bu,
1976 yılı Temmuz’unun ikisinde,
Bir Pazar gününde toplanan
Türkiye Cumhuriyet Senatosunun Tutanaklarından aldığım bir paragraftır…
Bu bir hedeftir: Mamur ve müreffeh olmak!
Ve bu hedef, Atatürk tarafından Kurtuluş Savaşımızla birlikte kurulmuştur.
Hiç kimse değiştiremez.
Galata Köprüsünü dolduranlar,
Hüdapar zırvaları,
Sadat/madat her kimlerse, hiçbiri,
bu hedefin önünü kesemezler.
Senato yani ikinci meclis, daha sonra kaldırıldı ve yerine Anayasa Mahkemesi konuldu. Neden biliyor musunuz?
Kararlar siyasal olarak çıkmasın,
Evrensel hukuka ve adalete uygun olsunlar diye…
Bahçeli’nin tebrik ettiği hâkimler işte bu siyasal olmaması gereken kurumları sabote ediyorlar.
Fırladım hemen sahneye!
Davet, benden 10 yaş büyük olan, aydın bir Devlet Sanatçısından geliyordu.
Koca Öküz’ü okuyan, Yunus Emre’yi pek çok dilde dünyaya tanıtan
Ayla Algan idi dansa davet eden sanatçı.
O, belki de dansa, hocalarımızdan birini bekliyordu, kim bilir!? ::)
Kaptırmadım kimseye!!
Dansımızı tamamladık ve masama alkışlar içinde, döndüm. :::)
Balin Oteli hatırlayanınız var mı?
İzmir Caddesinin, sonuna doğru beş altı katlı bir oteldi.
Semih, klasik müzik sanatçısı, Kutlu Payaslı’nın yeğeniydi.
Ve dayısı, Semih’e nasıl bir emek verildiğinin farkında idi. Bir şeyler vermek istiyordu bizlere.
Umutlarımızın tükenmediği, kurşunlanmadan sonraki ilk günleriydi Semih’in! Davet işte o günlerdeydi!
O zamanlar, “az iş, çok para, görev tanımı, çalışma süresi gibi kavramlar, bugünlere göre daha farklıydı!
Tıraşsız ve kravatsız ve de bakımsız kimseyi göremezdiniz?!
Ve bütün ekip (!) can havliyle çalışırdı, söylenmeden, yorulmadan (!?), bıkmadan…
Ve bu özverinin farkındaydı hem Semih hem de dayısı Kutlu Payaslı…
İşte buna karşılıktı o gece!
Ve hepimiz bir umut içinde idik. Ama giderek umutlar tükendi ve
Semih gitti sonunda!
Her türlü dinî inanıştan insanların bulunduğu bir ülkede,
Herkesin başkanı olması gerekenler, kürsüye çıkıp dini söylevler yapmamalıdırlar!
Gel de anlat!
Ne O’na, ne de diğerine!!
Babası ne demişti, Semih’in?
“Vatan sağ olsun!” dememiş miydi?
Bu, “Semih’ler bitmez” demek değil midir?
İşte Koca Öküzü sevdiren, Yunus Emre’yi yedi düvele tanıtmaya çalışan
Ayla Algan, Semih’in hatırına söylemişti o gece bizlere…
Ben de nemalanmıştım, en gerideki olarak…
Şimdi ikisi de yok!
Algan, 86 yaşına kadar sanat yeteneğini başarıyla kullandı!
Kendilerini Allah zanneden zebaniler, Semih’i;
Savunmasız bir genç insanı,
kalleşçe vurdular; bırakmadılar ki yaşasın!!
Kim bilir, Semih öldürülmeseydi neler…
Ne güzel şeyler yapacaktı?
Bir gün Hüsnü Göksel hocam dedi ki:
Çok eziyet gördü bu ülkenin çocukları, çok!
Zafer ÖNER.
Şununla paylaş: