Macit Gürbüz
Keşke Düşseymişim Be!
Beş çocuklu bir ailenin en küçüğüyüm, tekne kazıntısı yani.
Anam karnındaki varlığımı fark ettiğinde ‘bir çocuk daha mı?’ diyerek bu ağır sürprizi kaldıracak gücü bulamamış kendinde.
Bir şekilde benden kurtulmaya karar vermiş.
Peki ama nasıl?
Sümmani der ya;
“Derdim ondur dokuzunu demenem ağyara ben
Sekize arzumanım var yediye avara ben
Beş benim kisb-i kârımdır dörde kıldım temenna
İkiye muhabbetim var, yalvarırım bire ben”.
Anam da ‘dörde temenna kılmış beşe avareymiş”.
Bildiği, eşten dosttan öğrendiği kocakarı yöntemlerini denemiş, sonuç başarısız.
Anam dört çocuğun kahrını çekmekten, beşinci kez anne olmaktan hiç de hoşnut değilmiş.
Tüp gazın olmadığı, gaz ocaklarının gözde olduğu, büyük çocuğun giysilerinin bir küçüğe göre ayarlandığı, adeta eşya verasetinin yaşandığı yıllar.
Anam gaz ocağının pompasını çamaşır kaynatmak ve yemek yapmak için pompaladıkça hayata kahrediyor, yeni misafirin ayak sesleri onu korkutuyormuş.
Kararlıymış, bu sürprizden kurtulacak yoldaki yeni misafir için makul bir sebep bulacakmış.
Haklıymış da evde yeterince misafir varmış zaten.
Dönemin ağır kışlarında evleri sıcacık yapması ve ağırlığı ile ünlenen döküm sobayı günde birkaç kez kaldırıp yerine koyuyormuş.
İnat bu ya, düşmüyormuşum.
Mahallenin yaşlılarının önerdiği reçeteler de etkili olmamış, inatla anamdan ayrılmıyormuşum.
Hayata öylesine tutunmuşum ki, pes etmeye hiç mi hiç niyetim yokmuş.
Yani müstakbel ya da davetsiz misafir almış tek yön biletini bir kere.
Doğacağım diyormuşum.
Annem kararlı ben inatmışım.
İnat iyidir diri tutar insanı
Birileri inat der buna ama ben prensip derim.
İnatsız prensip sonuca götürmez insanı bana göre.
Takvimler 1962 yılını gösterirken, Erzurum’un eşek fıkralarıyla ünlü Tortum ilçesinin dik bir bayırında – belki de hayatımdaki eşeklikleri bu yüzden yaptım- Demirci Hüseyin ustanın iki gözlü evinde, teyzemin ebeliğinde, sabah ezanı okunurken gök kubbenin altına düşmüşüm.
Mücadeleyi ben kazanmışım yani.
Doğum saatler sürmüş.
Anamın doğmamam için sarf ettiği onca emeğe nazire yaparcasına doğumumu rölantiye almışım sanki.
‘Sen misin beni istemeyen’ dercesine anneme ecel terleri döktürmüşüm.
Ödeşmişiz belki de.
Tüm inatlığımın ve taviz vermez duruşumun altında delikanlılık yıllarımda babamın hatıra defterime yazdığı şu satırlar çok etkili olmuştu: “İnandığın dava meşruluğunu koruduğu sürece ona bağlı kalmaya devam et, senin her başarın benim bayramım olacaktır”.
Hep meşru davaların peşinden koştum zaten.
Başarılı olacaktım, babama sözüm vardı.
Babamın memuriyeti ve vakitli ve vakitsiz tayinleri yüzünden ilk, orta ve liseyi yurdun çeşitli yerlerinde okumak zorunda kaldım.
1980 ihtilali olduğunda lise son sınıftaydım, yaşamımda ilk askeri darbeye tanık oluyordum.
Sonraki yaşamım da ülkemin demokrasisi gibi hep kesintiye uğradı zaten.
İki kez işsiz kaldım.
Israr ve inatla çıktığım hayat sahnesinde çok şey yaşadım, haksızlığa ve ihanete uğradım, en güvendiklerim tarafından sırtımdan hançerlendim.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun zor şartlarında terör olaylarının içinde kelle koltukta haber kovaladım.
Yani demem o ki, Nazım diyor ya, “Dünya acımasız çocuk, dünya adaletsiz”.
Bugün soruyorum kendime, bilsem gelir miydim bu adaletsiz bu acımasız dünyaya anamla savaşa savaşa didişe didişe?
Anamın onca çabasına rağmen düşmedik, düşük – düşkün değiliz şükür ama bu ülkede insan haklarına saygı yok, demokrasi sorunlu, fikir hürriyeti ve hakça bölüşümden öylesine uzağız ki.
Adalet arıyoruz.
Geçim sıkıntısı çekiyoruz.
Belirsizlik diz boyu.
Ekonomimiz kötü, ülkemin dış borcu milyar dolarları buluyor.
Listeyi uzatmak mümkün.
Yusuf Hayaloğlu diyor ya,
“Biri saksımızı çiğneyip gitti
Biri duvarları yıktı
Camları kırdı.
Fırtına gelip aramıza serildi
Biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri
Her şeyi kötüledi
Bizi yaraladı.
Biri şarabımızı döktü
Soğanımızı çaldı
Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu”.
Oysa kendimizi ‘sakin göllerin kuğusu’ sanmış koşa koşa gelmiştik bu dünyaya.
Keşke düşseymişim be!
Şununla paylaş: