Özden İlhan
Emperyalist Amerika'nın Türkiye'nin Siyasi Yapısına Müdahalesi
Kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada iki cümleyle özetlenemeyecek kadar zıt dinamikler var. Bu karşıt güçler karmaşık ve çok yönlüdür ve tam olarak kavramak için daha derin bir anlayış ve analiz gerektirir. Kapitalizm ile karşıtlığı arasındaki etkileşim, modern toplumun çok önemli bir yönüdür ve dünyamızın karmaşıklıklarında gezinmek için bu dinamikleri keşfetmek ve anlamak esastır.
Emperyalist Amerika’nın Türkiye’nin siyasi yapısına müdahalesine son vermesi zorunludur. Bu tür müdahaleler sadece Türk halkının egemenliğini ve kendi kaderini tayin hakkını baltalamaya hizmet eder.
Küresel bir topluluk olarak, ulusların özerkliğine saygı duymaları ve kendi çıkarlarını ve gelecek planları uğruna diğer ülkelerin bütünlüğünü tehlikeye atmaktan kaçınmalıdırlar. Her ulusun kendine özgü koşullar altında gelişebileceği bir dünyayı teşvik etmek sadece bizim sorumluluğumuz değil, aynı zamanda bir zorunluluktur.
Her ulusun kendine özgü zorlukları ve fırsatları olduğunu kabul etmeliyiz ve onların büyümesini ve gelişmesini desteklemek bizim görevimizdir. Bu, egemenliklerine zarar verebilecek veya ilerlemelerini engelleyebilecek eylemlerden kaçınmak anlamına gelir.
Ayrıca, ulusların bağımsız olarak gelişebilecekleri bir dünyayı teşvik etmek sadece ahlaki açıdan doğru değil, aynı zamanda stratejik olarak da faydalıdır. Her ulusun tam potansiyeline ulaşabileceği küresel bir ortamı teşvik ederek herkes için daha istikrarlı ve müreffeh bir dünya yaratabiliriz.
Ulusal özerkliğe saygıyı ön planda tutalım ve her ulusun kendi benzersiz koşullarında gelişebileceği bir dünya için çalışalım. Bunu yapmak sadece bizim sorumluluğumuz değil, aynı zamanda yükümlülüğümüz de.
Bu nedenle, işbirliği ve ortak çalışma ruhunu benimseyelim ve her ulusun tam potansiyeline ulaşabileceği bir gelecek için çalışmalıyız ve birbirimizin egemenliğine saygı duymalıyız ve barışın, refahın ve ilerlemenin norm olduğu bir dünya için çalışmalıyız.
Son yıllarda kapitalizmin acımasızlığı insanlığı yuttu. İnsanlar paranın, statünün ve gücün kölesi haline geldi. Bu fenomen yaygın bir yıkıma ve acıya neden oldu ve olmaya da devam ediyor. Bu konuyu ele almamız ve daha eşitlikçi ve adil bir toplum yaratmak için çalışmamız zorunludur. Ancak o zaman kapitalizmin yıkıcı güçlerinin üstesinden gelmeyi ve herkes için daha parlak bir gelecek inşa etmeyi umabiliriz.
Kapitalizmin pençesi dünya çapında sıkılaştı ve pek çok kişiyi geride bıraktı. Zenginlik ve güç arayışı, şefkat ve empatiye çok az yer bırakarak toplumun arkasındaki itici güç haline geldi. Bu, toplulukların ve bireylerin yaygın bir şekilde yok olmasına neden oldu ve hasarın en ağır kısmını en savunmasız olanlar çekiyor.
Bu yıkıcı güce karşı durup daha eşitlikçi ve adil bir toplum için çalışmamızın zamanı geldi. Statüleri veya servetleri ne olursa olsun tüm bireylerin refahına öncelik vermeliyiz. Bu, eşitlik ve adaleti destekleyen politikalar ve sistemler oluşturmak ve eşitsizliği sürdüren yapıları ortadan kaldırmak için aktif olarak çalışmak anlamına gelir.
Yalnızca birlikte çalışarak kapitalizmin yıkıcı güçlerinin üstesinden gelmeyi ve herkes için daha parlak bir gelecek inşa etmeyi umabiliriz. Merhamete, empatiye ve adalete her şeyin üzerinde değer veren bir toplum için çabalayalım.
Her seçimden sonra, her zaman olduğu gibi, CHP’li liderler bir kez daha harcama çabasına girdiler. CHP, merkeziyetçiler, Önderciler, Baykalcılar, hizipçiliği kendi hakkı gören sol muhalifler, CHP’ye gurup kurarak, vekil olma hayaliyle, başka bir lider dayatanlar da dahil olmak üzere her zaman bir hizip potasıdır.
Yıllardır değişmedi, değişeceği de gözükmüyor. CHP yıllardır lideri harcayan tek partidir. Sağ partiler ise bu güne kadar lider harcayan parti gözükmemiştir.
.CHP, Atatürk dışındaki tüm liderlerini saf dışı bıraktı. Altan Öymen gibi geçici CHP liderlerini, isim değiştirmek zorunda kalınca kaderi değişen CHP liderlerini saymasak; CHP denilince akla İsmet İnönü, Bülent Ecevit ve Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu geliyor.
İsmet İnönü, büyük bir kongrede Bülent Ecevit tarafından devrildi. İnönü üzüldü ve Pembe Köşk’e çekildi. Bülent Ecevit, 12 Eylül darbesinden sonra cezaevindeyken eşi aracılığıyla DSP’yi kurdu. Partiden neden ayrıldığı sorulduğunda CHP, kendine özgü bir parti olduğunu ve sürekli iç dinamikler nedeniyle bazı şeyleri değiştiremeyeceğini söyledi. Sanırım çekirdek kadrodan bahsediyordu. CHP hiç değişmedi. Deniz Baykal’ın bir skandal sonucu liderliğini kaybetmesinin ardından Kılıçdaroğlu ve ekibinin de ayrılmasına neden olan birçok faktör oldu. Sıra Kılıçdaroğlu harcamaya geldi.
CHP her zaman kaynayan bir kazandır. CHP lideri Kılıçdaroğlu kimsenin başaramadığını başardı, sağcı partileri başarıyla bir araya getirdi. Bu başarı dikkate değer ve tanınmayı hak ediyor. Sayın Kılıçdaroğlu, lüks bir yaşam tarzı sürmeyen, mütevazi bir bireydir. Dikkatli dinleme becerileri ve başkalarına karşı saygılı tavrıyla tanınır. Aşağılayıcı bir dil kullanmaktan, emir vermekten veya lüks araba kullanmaktan kaçınır. Zorlayıcı sorularla karşılaştığında, hakarete veya saldırganlığa başvurmadan, sakin ve kararlı bir şekilde yanıt verir. Hatta gerektiğinde özür dilediği ve hatalarını kabul ettiği biliniyoruz. Bu bir erdemdir. Sayın Kılıçdaroğlu’nun davranışı, profesyonelliğinin ve dürüstlüğünün bir kanıtıdır.
Seçim sürecinde AKP sahada birlikte çalışırken biz WhatsApp grupları aracılığıyla bilgi paylaşmak ve düşüncelerimizi ifade etmek için iletişim kurduk. Kimse kendimize fayda sağlayacak bir proje geliştirmemizi önermedi. Ayrıca hedefleri genellikle CHP’ydi ve “Sinan OĞAN’a oy verin” sloganıyla kampanya yürüttüler. Kendi kusurlarını göremeyenler, parti liderini suçlamayı tercih ettiler. Görünüşe göre başkalarının kusurlarına dikkat çekmekte her zaman hızlıyız ve kendi kusurlarımızı tanımakta yavaşız.
Ben tekrar 1923 itibaren gözden geçirerek, tarihten ders alma ve yapılan hataları yinelememek adına genel bilgiyi, sizlerle paylaşmak istedim. Emperyalist ülke Amerika’nın milletimize nasıl yavaş yavaş bir zehir gibi sızdığı şu anda şahit olduğumuz acı bir gerçektir. Yavaşça bizi ele geçirirken, izlemekle meşgulüz.
HALK PARTİSİ
Halk Partisi, 1923’ten 1950’ye kadar aralıksız iktidarda kalmış ve 1946’ya kadar genellikle tek parti yönetimini uygulamıştır. Türkiye’de en uzun süre iktidarda kalmış siyasi partidir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında tek partili sistemlere ve tam otoriteye sahip liderlere sahip faşist rejimler kaybederken, ABD, İngiltere ve Fransa gibi çok partili demokrasiler ve Sovyetler Birliği gibi tek partili sosyalist devletler galip geldi.
TÜRKİYE’NİN AMERİKA’YA YAKINLAŞMASI İÇİN PSİKOLOJİK SAVAŞIN DEVREYE SOKULDU.
“ Sovyetler Birliği ve Türkiye, Türk Boğazlarında askeri üsler ve doğuda Türkiye’nin reddettiği toprak tavizleri talep ettiğinde anlaşmazlığa düştü. Sovyetler Birliği’nin saldırgan politikaları Türkiye’yi Batı ittifakına itmiştir.”diyebil sekte, özünde psikolojik savaş kullanılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika, İngiltere’nin zayıflamış durumundan yararlandı ve dünya pazarına egemen olmak için harekete geçti. Başkan Truman, Amerika’nın ekonomik dış politikasının kendi refahını ve dünya pazarlarının yeniden inşasını ve genişlemesini sağlamak olduğunu belirtti. Ayrıca, Türkiye’nin stratejik konumu ve bol doğal kaynaklarının onu bölgede kilit bir ülke haline getirdiğini ve Amerika’nın Sovyet Rusya’ya yönelik çevreleme ve caydırıcılık politikası için hayati önem taşıdığını açıkladı.
Türkiye’nin Amerika’ya yakınlaşması için psikolojik savaşın devreye sokulması gerekiyordu: İki Gürcü profesörün 21 Aralık 1945’te yazdıkları bir makale kullanılarak, Rusya’nın Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istediği iddiaları günlerce gazetelerin manşetlerinde işlendi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye, Lend-Lease Yasası uyarınca ABD’den 95 milyon dolarlık savaş malzemesi aldı. ABD’nin Ortadoğu’ya gösterdiği ilgi Türkiye’de memnuniyetle karşılanmış, dönemin Başbakanı Recep Peker, Türkiye’nin bu politikadan memnun olduğunu belirtmişti. 1946’da Churchill, Batı Bloğu için bir eylem planı haline gelen ünlü bir konuşmasında Sovyetler Birliği’ne karşı siyasi savaş ilan etti. Gürcü profesörlerin Rusya’nın Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istediğini iddia etmesiyle Türkiye’yi Amerika’ya yakınlaştırmak için psikolojik savaş devreye girdi.
AMERİKA KURTARICI OLARAK SUNULDU
Sovyetler Birliği’ni düşman olarak gösteren propaganda başarılı oldu ve Amerika bir kurtarıcı olarak sunuldu. 5 Nisan 1946’da USS Missouri savaş gemisinin İstanbul’a gelişi, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak görüldü. Bu olay, Türk halkının Amerika’yı Stalin’in güçlü ordusuna karşı güçlü bir müttefik olarak sunmasıyla “Küçük Amerika” sürecinin başlangıcını simgeliyordu. Basın ve politikacılar Amerika’yı övdü ve geminin yolculuğuna olağanüstü propaganda çabaları eşlik etti.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de etkili olan Sovyetler Birliği’ne karşı düşmanlık yaratmaya yönelik propaganda vardı. Türk halkı, Stalin’in güçlü ordusuna karşı güçlü bir müttefik istiyordu ve ABD kurtarıcı olarak sunuluyordu.
5 Nisan 1946’da Amerikan savaş gemisi Missouri’nin Türkiye’yi ziyareti, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası oldu ve “Küçük Amerika” sürecinin başlangıcını simgeliyor. Gemi aslında bir Türk büyükelçisinin cenazesini teslim etmek için İstanbul’a gönderilmişti, ancak medyada büyük ilgi gördü ve Türk gazetecilerin Amerika’yı ve hatta Missouri markalı ürünler üreten Türk şirketlerini övmesiyle bir propaganda kampanyası başladı. Sokaklar Missouri temalı renkler ve ışıklarla süslendi. Geminin dev maketi ise Taksim Meydanı’na yerleştirildi. Ziyaret, Türkiye’nin Amerika’ya boyun eğmesinin bir işareti olarak görüldü.
AMERİKA İÇ SİYASETE MÜDEHALESİ
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) liderliğindeki tek parti hükümeti ABD’nin de desteğiyle çok partili demokrasiye geçiş kararı almıştır.
7 Ocak 1946’da Celal Bayar, Türk tarihinde yeni bir dönem başlatan Demokrat Parti’yi kurdu. DP’nin kurulmasından sonra CHP, Ulusal Şef ve Kaçınılmaz Başkan unvanlarının terk edilmesi ve tek kademeli çoğunluğa dayalı seçim yasası getirilmesi, sendikalaşmaya izin verilmesi ve sınıfsal partilerin kurulmasına izin verilmesi gibi bazı değişiklikler yaptı.
Haziran 1949’da yaptı ve burada seçim sahtekârlığını önlemek için Ulusal Garanti Sözü’nü kabul etti. CHP bu politikaya “Milli Düşmanlık Andı” adını verdi. Şubat 1950’de, yargı denetimini içeren ancak orantılı temsil yerine çoğunluk ilkesini sürdüren yeni bir seçim yasası çıkarıldı.
12 Temmuz 1947’de imzalanan Antlaşma, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişmesinde önemli rol oynadı. Adını ABD Başkanı Truman’dan alan “Truman Doktrini”, Türkiye ve Yunanistan’ı içine alan geniş bir güvenlik bloğu oluşturmuştur. Bunun ekonomik yönünü Truman Doktrini çerçevesinde oluşturulan “Marshall Planı” oluşturmuştur.
12 Temmuz 1947 Antlaşması bu sürecin askeri temelini oluşturdu. Antlaşma, ABD’nin Sovyetler Birliği politikasında Türkiye’nin konumunu pekiştirmiş ve savaş sonrasında Türkiye’nin dış politikasının yönünü belirlemiştir.
Yeni dış politika, kısa vadede iç siyasete de etki edecek ve Türk siyasi hayatını şekillendirecektir. Konsolidasyon süreci Cumhurbaşkanı İnönü’nün “12 Temmuz Açıklaması” ile başladı iki büyük siyasi parti olan CHP ve DP arasındaki gerginliğe son vererek siyasi sistemin pekiştirmesine yol açtı. Konsolidasyon süreci, CHP’yi dönemin siyasi gereksinimlerine uygun politikalar izlemeye zorlamış ve temel ilkelerinde dönüşüme neden olmuştur. CHP ile DP arasındaki bu geçici benzerlik, pekiştirme sürecinden kaynaklandı.
Kendimizi, bir kapitalist devletten kaçarken, başka bir kapitalist devletin iç işlerimize karışmasını sağladığımız bir durumda bulduk. Ayrıca iç ve dış politikamıza yön veren, kendi tercih ettiği liderlerini iktidara getiren emperyalist bir ülkenin etkisi altındayız. İki örneği ben yaşadım. Birini sizle paylaşabilirim.
S. Demirel’in kurduğu Diyalog Grubu’nun bir davet edilenlerden biriydim.. Bir süre sonra lobicilikten çıkıp bir siyasi parti kurmaya karar verdik. 50 kadar üyeden oluşan Diyalog Grubu bildiride ne diyordu:
”Bir gecede bir millet yüzde 40 fakirleşiyorsa bunun bir siyasi sorumluluğu olur herhalde. Bundan milleti sorumlu tutamazsınız”
Ancak Diyalog Grubu Başkanı Kamuran İnan, Amerika’ya giderek müzakereleri yürüttü. Aylık görüşmemizde şu açıklamayı yaptı: “Amerika AKP’nin devam edeceğini ifade etti. Biz muhalefet olmak istemiyoruz” dedi ve diyalog gurubu dağıldı.
50 kadar üyeden oluşan Diyalog Grubu bildiride ne diyordu:
”Bir gecede bir millet yüzde 40 fakirleşiyorsa bunun bir siyasi sorumluluğu olur herhalde. Bundan milleti sorumlu tutamazsınız”
S. Demirel’in kurduğu Diyalog Grubu’nun bir davet edilenlerden biriydim.. Bir süre sonra lobicilikten çıkıp bir siyasi parti kurmaya karar verdik. Ancak Diyalog Grubu Başkanı Kamuran İnan Amerika’ya giderek müzakereleri yürüttü. Aylık görüşmemizde şu açıklamayı yaptı: “Amerika AKP’nin devam edeceğini ifade etti. Biz muhalefet olmak istemiyoruz. Seçimler yaklaşırken başka partilerden vekil olmak isteyenlere olabilir. Vekil olmak isteyenler başka partilerden olabilirler”.Dedi Sonuç olarak, Diyalog Grubu dağıtıldı.
50 kadar üyeden oluşan Diyalog Grubu bildiride ne diyordu:
”Bir gecede bir millet yüzde 40 fakirleşiyorsa bunun bir siyasi sorumluluğu olur herhalde. Bundan milleti sorumlu tutamazsınız.
İkincisi, gerektiği halde millete gitmektir. Yüce hakem millettir. Bu iki
mekanizmayı tıkarsanız demokrasi paslanır, sıkıntıya girer.”
Bu durumda, kapitalist devletlerin sınırlarına rekabet ettiği ve kendi çıkarlarına odaklandığı bir dünya düzeni içindeyiz. Bu rekabetin sonucu, bazı devletler rakiplerinden daha güçlü hale gelirken, diğerleri geriye düşebilir. Ancak bu durumda, herhangi bir devlet iç işlerimize karışması bizim için kabul edilemez bir harekettir. Maalesef ki, bu politikaya karşı olan siyasetçilere geçiş vermemek için direniyorlar. Bunu da ülkemizde başarıyorlar.
1946-1950 yılları arası kurulan CHP hükümetleri ülkeyi yönetti.
DİN POLİTİKALARIN GEVŞETİLMESİ
21 Temmuz 1946 genel seçimlerinde CHP, DP’nin 64 ve bağımsızların 6 sandalyesine kıyasla 395 sandalye kazanarak onlara %85’lik bir çoğunluk sağladı. CHP’nin 7. Olağan Kongresi 17-19 Kasım 1947 tarihlerinde yapıldı. Kongrede Genel Başkanlık Divanı lağvedildi ve yerine kongre tarafından seçilen üyelerden oluşan 40 üyeli Parti Meclisi getirildi. Partinin radikal hizbi tasfiye edildi, ekonomi politikalarının ve din politikalarının gevşetilmesinin yolu açıldı. 1948’de Fevzi Çakmak, Osman Bölükbaşı, Sadık Aldoğan, Kenan Öner ve Hikmet Bayur liderliğindeki bir grubun Temmuz 1948’de DP’den ayrılarak Millet Partisi’ni kurmasıyla DP içinde bir iç bölünme meydana geldi.
1948’de çıkan ve yargı denetimini içermeyen yasanın ardından DP yerel ve ara seçimleri boykot etti.
Din eğitimi alan ve İslami hareketler içinde yer alan Şemsettin Günaltay, Hasan Saka’nın istifa etmesi üzerine 15 Ocak 1949’da Başbakan oldu. Yeni hükümetin ilk tedbirleri din alanında oldu: Zorunlu din eğitimi ilköğretim müfredatlarına yeniden girdi, imam-hatip liseleri için kurslar açıldı ve ilahiyat fakültelerinin açılmasına karar verildi. Türbeler ziyarete açıldı, hac seyahatleri için döviz toplandı.
DP ikinci kongresini 20 Haziran 1949’da yaptı ve burada seçim sahtekârlığını önlemek için Ulusal Garanti Sözü’nü kabul etti. CHP bu politikaya “Milli Düşmanlık Andı “ adını verdi. Şubat 1950’de, yargı denetimini içeren ancak orantılı temsil yerine çoğunluk ilkesini sürdüren yeni bir seçim yasası çıkarıldı.
TRUMAN DOKTRİNİ
12 Temmuz 1947’de Türkiye ve ABD, Truman Doktrini kapsamında bir yardım anlaşması imzaladı. Anlaşma, 100 milyon dolarlık Amerikan yardımının şartlarını ve koşullarını belirledi. Amerikan hükümeti, yardımın amacına uygun olarak kullanılmasının ve uygun şekilde izlenmesinin sağlanmasının önemini vurguladı.
Yardım paketi, 300 milyon dolarlık mali yardım ve 2. Dünya Savaşı sırasında komünist hareketle mücadele etmek için Yunanistan’daki merkezi hükümete kullanılan silahların bağışlanmasını içeriyordu. Türkiye 100 milyon dolarlık mali yardım ve askeri malzeme aldı.
İronik bir şekilde, Truman Doktrini’ne göre Türkiye, ABD’nin sağladığı savunma teçhizatının bakımı için yılda 400 milyon lira ödemek zorundaydı. Bu da savunma harcamalarında istenilen azalmayı engelledi. Ekipman için yedek parça satın almak için Amerikan dolarının bulunmaması nedeniyle Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’nden borç almak zorunda kaldı.
MARSHALL YARDIMI
Batı Avrupa ekonomileri 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen çökmüş ve ülkeler onları canlandırmak için gerekli kaynakları bulamamışlardır. 1945-46 yılları arasında ABD’nin yaptığı 15 milyar dolarlık mali yardım sorunu çözmeye yetmemiş, bu ülkelerdeki insanlar alım güçlerini kaybetmiş ve ABD önemli bir pazar kaybetmiştir. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, 5 Haziran 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada bu konuyu ele almak için yeni bir plan önerdi. Avrupa ülkelerinin birbirlerinin eksikliklerini tamamlayarak ekonomik işbirliği yapmalarını önerdi.
ABD hükümeti daha sonra bu eyaletlere bir işbirliği programı ile yardım ederek ortaya çıkan açığı kapatmaya yardımcı olacaktır. Marshall Planı, katılmak isteyen her Avrupa ülkesine mali, malzeme ve makine yardımı sağladı. Türkiye de katıldı ve 4 Temmuz 1948’de anlaşmayı imzaladı. Plan, üç yılda Avrupa’da sanayi üretiminin %25 ve tarımsal üretimin %14 artırılmasına yardımcı oldu. Ancak, planın Türkiye’nin egemenliğini ve bağımsızlığını etkileyen devlet müdahalesini gerektirmesi bireysel özgürlük ve demokrasi ilkelerini tehdit etti.
Çünkü Marshall yardımının başlaması bazı şartlara bağlıydı. Türkiye’nin siyasetinde, toplumunda ve ekonomi politikalarında önemli değişiklikler oldu. Hükümet devletçilik ilkesini terk etti, toprak reformundan vazgeçti ve ulusal eğitim sistemini Amerikan komisyonlarının kontrolüne verdi. Demiryolları inşa etmek yerine, hararetli bir otoyol inşaatı başladı. Bu durum devletin dış politikasını da etkilemiştir. Bunun o dönemdeki en büyük örneği Filistin meselesiydi.
Truman Doktrini’ne kadar Arap devletlerini destekleyen Türkiye, yardım aldıktan sonra Amerika merkezli bir politika izlemeye başlamış ve İsrail Devleti’ni tanımıştır. Ayrıca Türkiye’de yaşayan Yahudilerin İsrail’e göç etmesine izin verdi.
CHP KURULTAYI
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 1947 yılına kadar sekiz kongre düzenlemiştir. Bunlardan sadece biri olan 1946 Olağanüstü Kongresi, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili döneme geçilmesinin ardından toplanmıştır. CHP düzenlediği tüm kongrelere büyük önem vermiştir.
Bu kongrelerde alınan kararlar partinin geleceğini etkilediği gibi ülke siyasetini de etkilemiştir. CHP’nin 1947’de düzenlediği kongre, hem ülke siyaseti hem de parti için önemli sonuçlar doğurdu. Ancak bu kongrenin bir siyasi parti olarak CHP üzerindeki etkisi daha büyük oldu. Parti tabanını daha etkin hale getirmek için tüzük değişiklikleri yapılırken, Kemalizm’in temel ilkelerini tanımlayan altı ilke de yeniden belirlendi.
Tüzükte yapılan değişikliklerle partinin tabanı, partide daha etkili kılınmaya çalışılırken, Kemalizm’in temel prensiplerini belirleyen altı ilke de yeniden tanımlanmıştır. Ancak ilkelere yönelik olarak yapılan yeni düzenlemeler, kimilerince ideolojik bir sapma olarak değerlendirilmiş ve kurultayda Kemalizm’den ödün verildiği şeklinde yorumlanmıştır.
KRİTİK DÖNEMEÇ NATO
Türkiye tüm çabalarına rağmen 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) katılamadı.
Ancak Türkiye, NATO’ya katılma çabalarında ısrar etti ve Birleşmiş Milletlerin asker çağrısını gördü. İttifaka olan bağlılığını göstermek için bir fırsat olarak gören Türkiye, Kore’ye asker gönderme kararı nihayetinde ABD’nin Türkiye’ye bakışını değiştirdi.
Sonuç olarak ABD, 15 Mayıs 1951’de Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesini önerdi ve bu öneri 20 Eylül 1951’de NATO Bakanlar Toplantısı’nda kabul edildi.
18 Şubat 1952’de TBMM’nin onayıyla Türkiye resmen kabul edildi. NATO üyesi oldu. NATO’nun ülkemizdeki varlığı ve incelikleri konusu yıllardır tartışılan bir konudur.
1946- 1950 CHP’si…
1946’dan 1950’ye kadar CHP iktidarı döneminde köy enstitülerinin müfredatı amacından sapacak şekilde değiştirilmiştir.
Sanayileşmeyi ve kapsamlı kalkınmayı önceleyen 5 yıllık plan iptal edildi.
Daha önce Atatürk tarafından 1935 yılında kapatılan mason locaları, 1948 yılında Mason Dernekleri adı altında İstanbul’da resmen kurulmuştur.
1948’de ilkokulların son sınıfında seçmeli din dersleri açıldı.
Türk Devrimi yavaş yavaş tasfiye edildi ve 1946-1950 yılları arasında CHP tarafından bir karşı devrim kuruldu.
O dönem bayındırlık bakanı olan Nihat Erim 1949’da “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız!” diyerek, Amerikan hayranlığı dile getirmişti. Böylece CHP Amerikan siyasetinin içinde sosyal demokrasiden uzaklaşmıştır.
1950’li yıllara kadar CHP’nin sosyal demokrasiye yöneldiğini ya da sosyal demokrasinin etkisi olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak DP popülizminin 1950’lerdeki olağanüstü başarısı, CHP’nin tek parti döneminden miras kalan halkçılık anlayışını yeniden düzenlemesine yol açtı.
1950’lerde arka arkaya üç seçim yenilgisi alan CHP, toplumu daha iyi anlama ve ekonomik ve demokratik taleplere daha duyarlı bir politika izleme yoluna girdi. Bu atılımda üç kritik kilometre taşı vardı.
1950’ler öncesinde CHP’de tek parti döneminden miras kalan halkçılık vurgusu güçlüydü. Ancak DP popülizminin 1950’lerdeki başarısı CHP’yi yaklaşımını yeniden gözden geçirmeye zorladı.
Arka arkaya üç seçim yenilgisi alan CHP, toplumu daha iyi anlaması ve ekonomik ve demokratik taleplerine daha duyarlı olması gerektiğini fark etti. Bu, partinin tek parti döneminden beri yürürlükte olan halkçılık ideolojisinde bir reforma yol açtı.
CHP’nin reformuna üç kritik kilometre taşı damgasını vurdu. Bu kilometre taşları, partinin siyasete yeni yaklaşımını şekillendirmede çok önemliydi.
İlk dönüm noktası toplumu daha iyi anlamaktı. CHP, halkın ihtiyaç ve talepleriyle daha uyumlu olması gerektiğini anladı.
İkinci dönüm noktası, ekonomik taleplere karşı daha duyarlı bir politikaydı. CHP, halkı etkileyen ekonomik sorunları ele alması gerektiğini kabul etti. Üçüncü dönüm noktası siyasete daha demokratik bir yaklaşımdı. CHP, siyasete yaklaşımında daha açık ve kapsayıcı olması gerektiğini anladı.
1950-1954 CHP’si
1950-1954 Döneminde, Türkiye tarihinde ilk kez demokratik bir seçim iktidar değişikliği ile sonuçlandı.
27 yıldır iktidarda olan Cumhuriyet Halk Partisi, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde yerini Demokrat Parti’ye bıraktı. Bu geçiş, Cumhuriyet Halk Partisi’nin rızası ve hüsranıyla yaptıklarının sonucuydu. Böylece, bir asırdan fazla bir geçmişe sahip olan demokrasinin amacı pratik bir uygulama bulmuştur. Ancak büyük umutlarla başlayan çok partili yaşam ve Demokrat Parti hükümeti demokrasiye dair vaatlerini ve beklentilerini yerine getirmedi.
1950’den önce Demokrat Parti muhalefeti, hükümetin demokrasiye yetersiz yaklaşımı nedeniyle basının desteğini aldı. Ancak iktidara geldiklerinde antidemokratik uygulamalara karşı tutumları tamamen değişti.
İktidarların karakteristik özelliği, sistemi (hatta kendi geleceklerini) tehlikede görerek demokratik gelişmeyi yavaşlatmak, muhalefet ise demokrasiyi savunmak olmuştur. Aydınlar ise hükümetin korkularını yersiz görerek muhalefeti desteklediler.
D P. RÜYASI KISA SÜRÜYOR
Ülkede Marshall Planı sayesinde bir ekonomik rahatlama dönemi yaşandı ve Demokrat Parti’nin popülaritesi yükseldi.
Bu da ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) yönelik bir saldırıya yol açtı. 1953’te CHP’nin mal varlığı hazineye devredildi ve halkevleri kapatıldı.
28 Ocak 1954’te Köy Enstitüleri ve laiklikten ayrıldığı gerekçesi ile Milliyetçi Parti kapatıldı.
Devam eden ekonomik refah dönemi, Demokrat Parti’ye 2 Mayıs 1954’te %57,5 oy oranı ve 502 milletvekili ile rekor bir zafer getirirken, CHP sadece %35,2 oyla ancak 31 milletvekili çıkarabildi.
Marshall Planı’nın yardımı ülkenin ekonomik büyümesini sürdürmek için yeterli olmadığı için Demokrat Parti’nin müreffeh ve istikrarlı bir ekonomi hayali kısa sürdü.
CHP’nin mal varlığı ve halkevleri ile Köy Enstitüleri’nin kapatılması, ülkenin siyasi manzarasında önemli bir değişikliğe işaret etti. Milliyetçi Parti’nin laiklikten uzaklaşması nedeniyle kapatılması da ülkenin demokratik değerlerine önemli bir darbe oldu.
Marshall Planı rüzgârı kısa sürdü ve ekonomi hızla kötüleşti. 1958’de dış borçlar ödenemez hale geldi ve 4 Ağustos’ta 1958, ekonomik istikrar önlemleri yürürlüğe girdi. Devalüasyon sonucunda doların fiyatı yükseldi
27 MAYIS DEVRİMİ
Demokrat Parti’nin baskısı gün geçtikçe artıyordu. CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi başta olmak üzere muhalefete destek veren birçok gazete aralıklarla kapatılıyordu.
Mayıs 1959’da CHP lideri İsmet İnönü Uşak’ta, İzmir’de, İstanbul’da ve Ankara’da da saldırıya uğradı.
Baskıcı rejim, kendisine karşı çıkanlara bir diktatörlük dayatarak hâkim oluyor. Binlerce insan işten atılıyor, muhalif gazeteciler içeriye atılıyordu. Üniversite öğrencilerinin bu komisyonun kurulmasını protesto etmesi, İstanbul ve Ankara’da kitlesel gösterilere yol açtı.
Mayıs 1960’ta Türk Gençlik Hareketi, iktidardaki Demokrat Parti’nin artan baskısı ve muhalefet medyasına yönelik sansür nedeniyle hükümeti devralmak için orduyla güçlerini birleştirdi.
27 Mayıs 1960 yılında yükselen gençlik hareketiyle birleşen Türk Ordusu yönetime el koydu. Kurucu Meclis özgürlükçü bir anayasa hazırladı. Ancak 1924 anayasasındaki Altı Ok anayasadan çıkartılmıştı. NATO ve CENTO gibi uluslararası kuruluşlara bağlılık ifade ediliyordu. Amerika sürecinin etkilerine karşı ayağa kalkan Türk Ordusu sistemden tam olarak kopamamıştı.
1960 YILI AMERİKA GERGİNLİĞİ, RUSYA İLE YAKINLAŞMA
1960’lı yıllarda hem Sovyetler Birliği’nin hem de ABD’nin yakın ülkelere nükleer füzeler yerleştirmesi nedeniyle Türk-Amerikan ilişkileri gerginleşti.
Türkiye, bu süper güçler arasındaki Soğuk Savaş’ta merkezi hale geldi ve Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile daha yakın ilişkiler arayışına girmesine yol açtı.
1964 yılında artan çatışmalar üzerine Türkiye Kıbrıs’a müdahale etme kararı aldı. Ancak Başkan Johnson’ın Türkiye Başbakanı İnönü’ye yazdığı ve bu müdahalede Amerikan askeri teçhizatının kullanılmasına izin verilmeyeceğini belirten bir mektup, Türkiye’de Amerikan karşıtlığının artmasına ve Amerikan desteğine olan bağımlılığın azalmasına yol açtı.
Dış politikadaki bu değişim, Sovyetler Birliği ile daha yakın ilişkilere ve büyük kamu işletmelerinin inşasında Sovyet desteğinin kullanılmasına yol açtı.
1960 YILLARININ GENÇLİK HAREKETİ
Harun Karadeniz, 1960’ların ikinci yarısında Türk solunda devrimci bir gençlik lideriydi. 46 yıl önce, 12 Mart 1971 darbesi sonrasında ordu tarafından hapse atılırken kanser nedeniyle genç yaşta öldü. Bu dönemde vahşice öldürülen ya da hapsedilen Deniz Gezmiş ve Hüseyin Cevahir Maltepe gibi birçok genç sosyalist ve devrimciden biriydi.
1965 yılında İstanbul Üniversitesi İnşaat Fakültesi Öğrenci Derneği’nin başkanı olan Karadeniz, yabancı petrol şirketlerine karşı anti-emperyalist kampanyalara katıldı. Bu süre zarfında gazeteci Uğur Mumcu ile tanıştı ve Mumcu, Karadeniz ve diğer devrimci gençlik liderleriyle sık sık işbirliği yaptı.
Karadeniz, anti-emperyalist mücadelelerde aktif rol aldı ve Türkiye’deki sosyalist hareketin önde gelen isimlerinden biri haline geldi. Ancak, 12 Mart 1971 askeri darbesi sonrasında tutuklandı ve uzun yıllar cezaevinde kaldı. Karadeniz’in tutuklanması, Türkiye’deki sol hareketin baskı altına alınması ve sindirilmesi için bir bahaneydi. Karadeniz’in mücadelesi, Türkiye’deki demokrasi ve insan hakları mücadelesinin önemli bir parçası olarak hatırlanmaktadır.
1960’lı yıllarda, 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ve gelişen anti-emperyalist duygu nedeniyle sosyalist fikirler, Türkiye’de işçi sınıfı ve gençler arasında popülerlik kazandı. Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1965 seçimlerinde %3 oy oranıyla 15 milletvekili kazandı.
Bu arada ABD, Amerikan karşıtlığının ve işçi hareketlerinin büyümesini engellemek için çeşitli örgütler kurdu.
Alparslan Türkeş, 1965’te Cumhuriyet Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) genel başkanı oldu ve Fethullah Gülen, Seferberlik Teknikleri Kurulu’nun bir sivil kuruluşu olan Komünizmle Mücadele Derneği’nin Erzurum şubesini kurdu.
Türkiye’deki anti-emperyalist hareket, DEV-GENÇ grubundan Doğu Perinçek ve Vatan Partisi gibi isimlerin önderlik ettiği 1968 gençlik hareketleri ile zirveye ulaştı.
KONTRGERİLLA
1968 Gençlik hareketi, gerek harekete geçirdiği gençlik kitlesinin büyüklüğü ve etkisi, gerekse halk nezdinde bulduğu destek nedeniyle Amerika’nın ve Türkiye’deki uzantılarının hedefi olmuştur. 16 Şubat 1969’da ABD’nin 6. filosunu protesto etmek için Taksim’de toplanan 76 gençlik örgütüne organize bir saldırı düzenlenmişti.
Saldırı, 1967’de Özel Harp Dairesi adını almış olan SüperNATO karargâhında planlanmıştı. Saldırıyı tertipleyen “Kırklar Komitesi’nin” içinde daha sonra Gladyo’nun bir numarasına kadar yükselecek olan Abdullah Gül de bulunmaktaydı.
Doğrudan Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olan Seferberlik Teftiş Kurulu, 1952 yılında kurulmuş ve ilk yıllarında Amerikan Askeri Yardım Teşkilatı JUSMMAT’a bağlı olarak faaliyet göstermiştir.
Kurulun ilk eylemi, Atatürk’ün Selanik’teki doğum yerinin bombalandığına dair asılsız bir söylenti nedeniyle binlerce ev ve dükkanın yağmalandığı ve azınlıklara yönelik saldırıya uğradığı 6-7 Eylül 1955 olayları oldu.
Özel Harp Dairesi eski komutanı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu daha sonra dairenin çalışmalarını ve mükemmel organizasyonunu övdü..
FETO’YÜ ANLAMAK
. FETÖ’yü anlamak, Amerika’nın Türkiye’den ne istediğini bilmek ve Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihsel bağlamını incelemekten geçer.
Darbe girişimini bastırmanın can alıcı önemi, Amerika’nın, nihayetinde Türkiye’ye kaptırdığı, dikkatle inşa edilmiş SüperNATO örgütünü kullanmasıdır. Bundan sonra hükümetleri belirleyen, hizaya getiren veya görevden alan Türkiye olacaktır.
Super NATO
Kontrgerilla veya Gladio olarak da anılan SuperNATO olarak bilinen bir örgüt, Amerika Birleşik Devletleri adına özel savaş faaliyetleri yürütüyor. Bu örgüt, suikastlar, bombalamalar, psikolojik savaşlar, istikrarsızlaştırma operasyonları, askeri darbeler gibi karanlık faaliyetlerin yürütülmesinden sorumlu olmuştur.
Bu altmış yıl boyunca bu SüperNATO örgütü binlerce vatandaşımızın ölümünden sorumlu, Türkiye’de uyuşturucu kaçakçılığını düzenleyen, terör örgütlerini yöneten bir kuruluştur.
Bu eylemlerin resmi NATO örgütü tarafından değil, NATO kisvesi altında faaliyet gösteren gizli bir grup tarafından gerçekleştirildiğini belirtmek önemlidir. Bu örgüt Türkiye, İtalya ve Yunanistan da dahil olmak üzere birçok ülkede faaliyet göstermekle suçlandı ve çeşitli siyasi skandallar ve tartışmalarla ilişkilendirildi.
SuperNATO’nun eylemlerinin Türkiye üzerindeki etkisi, sayısız can kaybı ve ülkenin istikrarının sürekli tehdit edilmesiyle yıkıcı oldu. Bu örgütün eylemlerine ışık tutmaya devam etmemiz ve sorumluları eylemlerinden sorumlu tutmamız çok önemlidir. Ancak o zaman daha barışçıl ve adil bir dünyaya doğru yol almaya başlayabiliriz.
12 MART MUHTIRASI
Muhtıra. Darbe, 12 Mart 1971 günü saat 13.00’te TRT radyolarından okunan bildiri ile ilan edilmiştir.
12 Mart Darbesi, emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilen ilk askeri darbe oldu. Darbe, Parlamento ve Hükümet’in eylemlerinin sosyal ve ekonomik huzursuzluk, anarşi ve kardeş katliamı çatışmalarına yol açarak Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini büyük tehlikeye attığı inancına dayanıyordu.
Ordu, güçlü ve güvenilir bir hükümetin demokratik olarak kurulmaması durumunda doğrudan kontrolü ele alacaklarını açıkladı. Darbe, Gladyo örgütünün psikolojik savaşı sayesinde mümkün oldu.
1973 GENEL SEÇİMLERİ
1973 genel seçimlerinde askeri darbeye karşı mücadele eden Bülent Ecevit’in CHP’si oyların %33,3’ünü alarak 185 milletvekili çıkararak hükümeti kurmasını sağladı.
Ecevit-Erbakan’ın hükümeti 1973’te kuruldu ve İçişleri Bakanlığı, daha sonra İslam Darbesi olarak anılacak olan MSB tarafından devralındı. Sonraki Ulusal Cephe hükümetlerinde İçişleri Bakanlığı MSB’nin kontrolünde kaldı.
KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI
20 Temmuz 1974’te ‘ AYŞE TATİLE ÇIKTI”
1963’te Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklere karşı “Kanlı Noel” katliamı olarak bilinen şiddetli bir saldırı başlatarak 364 Türk’ün ölümü ve 103 Türk köyünün boşaltılmasıyla sonuçlandı.
Rum terör örgütü EOKA’nın amacı Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etmekti. Birleşmiş Milletler barış gücü adaya geldi, ancak saldırıları durdurmada etkisiz kaldılar. 1974’te EOKA yeniden saldırdı ve Kıbrıs’ı Yunan kontrolü altına almaya çalışan EOKA lideri Nikos Sampson’ın darbesine yol açtı.
Cenevre’de başarısız olan müzakerelerin ardından, Başbakan Bülent Ecevit, 20 Temmuz 1974 sabahı saat 06.10’da şu açıklamayı yaptı: “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’a indirme ve çıkarma hareketi başlamış bulunuyor. Allah; milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük bir hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz.” Diyerek duyurdu.
Türkiye, 20 Temmuz’da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni başarıyla kuran bir barışı koruma operasyonu başlatarak yanıt verdi. Temmuz ayında 13 Ağustos’ta Ayşe tatile gitmeli olarak bilinen ikinci bir barışı koruma operasyonu başlattı.
Kahraman Mehmetçik ve oradaki mücahitler çok önemli bir başarıya imza attı.
AMERİKA İLE İLİŞKİLERİMİZ GERGİNLEŞİYOR.
Türkiye’nin ABD’nin uyguladığı silah ambargosunu kaldırma talebinin reddedilmesinin ardından, Başbakan Demirel liderliğindeki Türk hükümeti 25 Temmuz 1975’te Türkiye’de İncirlik Üssü dışındaki ortak savunma üslerine ilişkin anlaşmaların geçersiz olduğunu ve O üslerde Türk bayrağı çekilecekti.
Sonuç olarak, 1 Ağustos 1974’te ABD, Türkiye’ye yaptığı yardımı kesme kararı aldı.
1975’te ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosunu kaldırmayı reddetmesiyle Türkiye ile ABD arasındaki gerilim kaynama noktasına ulaştı. Buna cevaben, Başbakan Demirel liderliğindeki Türk hükümeti, İncirlik Hava Üssü dışındaki Türkiye’deki ortak savunma üslerine ilişkin anlaşmaların artık geçerli olmadığını ilan ederek cesur bir adım attı.
Bu, Türk bayrağının bu üslerde çekileceği ve oradaki ABD askeri varlığını fiilen sona erdireceği anlamına geliyordu.
Karar, ABD-Türkiye ilişkilerine önemli bir darbe oldu ve ABD, Türkiye’ye yardımı keserek karşılık verdi.
O zamanlar büyük ölçüde ABD yardımına bağımlı olan Türkiye için bu hamlenin geniş kapsamlı sonuçları oldu. Karar, Türkiye’nin dış politikasında Batı’dan Ortadoğu’ya doğru bir kaymaya işaret ettiği için daha geniş jeopolitik manzara üzerinde de etkileri oldu.
12 EYLÜL ABD’nin TÜRKİYE’YE MÜDEHALESİ
1975’te Türkiye’de cinayetler de dahil olmak üzere siyasi şiddet arttı ve sol ve sağcı gruplar arasında bir çatışmaya yol açtı.
SuperNATO aracılığıyla Amerika’nın müdahalesi, binlerce cinayetin organize edilmesiyle durumu tırmandırdı. CIA, Özel Harp Departmanı aracılığıyla, bazen Amerikan ajanlarının da dahil olduğu yüzlerce profesyonel operasyon planladı.
1 Mayıs 1977 katliamı, kalabalığa uzun namlulu silahlarla ateş açılmasının yarattığı kaos ortamında 34 sivilin katledilmesiyle bunun bir örneğiydi.
SuperNATO merkezi, sorumluluğu suçu sol kesime atmaya çalıştı.
Türkiye İşçi ve Köylü Kurtuluş Partisi’nin 1 Mayıs katliamı gerçekleşmeden önce diğer sol grupları olası provokasyonlara karşı uyardığı bildirildi.
Yazar Nazlı Ilıcak, artık FETÖ üyesi olduğu bilinen, olaydan günler önce şiddet olaylarını ve Maocu grupların planlı bir saldırısını öngören yazılar yazdı. Tercüman Gazetesi, 31 Mayıs 1977’de provokasyona katılan Türkiye Sosyalist Devrimci Meclisi (TÜSDEK) imzalı sahte bir açıklama yayınladı.
AMERİKAN ÜSTÜLERİNİN DURUMU
1975 Kıbrıs Barış Harekatı’nın ardından Türkiye’deki Amerikan üslerinin kapatılmasının ardından İran’a taşınmıştır. Ancak 1978’de İran’da Rıza Şah Pehlevi rejiminin devrilmesiyle Türkiye, ABD için yeniden önemli hale geldi.
1979’da Sovyetlerin Afganistan’ı işgali Ortadoğu’ya yönelik tehdidi artırdı. Türk hükümeti, ABD’nin üslerinin tam olarak faaliyete geçmesine izin vermeyince, ABD 1980 askeri darbesini destekledi ve Türkiye’de halkı arasında çok sayıda çatışma, cinayet ve hatta katliam olayının yaşandığı bir istikrarsızlık ve şiddet dönemine yol açtı.
Bu arada TÜSİAD gibi örgütler gazete ilanlarıyla hükümeti devirmeye çalıştı ve temel ihtiyaç maddelerinde kıtlık yaşandı.
24 OCAK IMF DESTEKLİ İSTİKRAR PROĞRAMI
1946’da başlayan Küçük Amerika Süreci, Türkiye ekonomisini yeterince liberalleştirememişti. Kemalist ekonomi 1980’e kadar büyük ölçüde devam etti. Hala büyük kamusal projeler yapılmaktaydı. Demirel barajlar kralı olmakla övünüyordu.
1978 ve 1980 ekonomik krizlerinde sonra Türkiye’nin önüne Kemalist ekonominin yıkımı dayatması konuldu.
Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel Amerika’da Texas Tech Üniversitesi’ne ekonomi ihtisası yapmış Turgut Özal’ı Başbakan Müsteşarlığı’na getirdi.
Özal’ın çok kısa bir süre içerisinde hazırladığı “ekonomik istikrar” programı 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklandı: Devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmıştı, tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılacaktı.
Dış Ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmişti, kâr transferlerine kolaylık sağlanacaktı. İthalat kademeli olarak liberalleştiriliyordu. Yabancı sermayeye ilk kez kapılar sonuna kadar açılıyordu. Fiyatlar piyasada oluşan arz-talebe göre belirlenecekti.
İSTİKRAR PROĞRAMI
IMF destekli istikrar programı, Amerikan emperyalizminin mazlum dünya için hazırladığı bir paket programın parçası olarak Türkiye’ye empoze edildi. Atatürk Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını sağlayan ekonomik temeller sarsılıyordu. Bu kararları parlamenter demokrasi içinde uygulamak mümkün değildi.
24 Ocak Kararları Atatürk Cumhuriyeti’nin idam cezasıydı.
1980’den önce Türkiye büyük ölçüde Kemalist bir ekonomiye sahipti ve hâlâ büyük kamu projeleri yürütülüyordu. Ancak 1978 ve 1980 ekonomik krizleri Kemalist ekonominin çökmesine neden oldu. Başbakan Süleyman Demirel, devletin ekonomideki rolünün azaltılması, tarımsal sübvansiyonların sınırlandırılması, ticaretin serbestleştirilmesi, yabancı yatırımın teşvik edilmesi ve piyasa fiyatlamasına izin verilmesini içeren bir ekonomik istikrar programı oluşturan Turgut Özal’ı ekonomi danışmanı olarak görevlendirdi.
24 Ocak Kararları olarak bilinen bu program, IMF tarafından desteklenmiş ve Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye yönelik bir paket programı yöneticiler tarafından uygun görülmüş ve uygulanmıştı.
Bu karar, Türkiye’nin bağımsızlığını sağlayan ve Atatürk Cumhuriyeti’nin ölüm fermanı olarak görülen ekonomik temelleri yerle bir etti.
12 EYLÜL DARBESİ
1946’dan 1980’e kadar Amerika, Türkiye’de bir karşı-devrim için zemin hazırlıyordu. Başarılı bir darbe gerçekleştirme zamanı gelmişti. 12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri hükümetin kontrolünü ele geçirdi.
Amerikan yanlısı darbenin başarısı o akşam Başkan Jimmy Carter’a “Damdaki Kemancı” oyununu izlerken “Bizim çocuklar işi başardı” mesajıyla iletildi.
Darbeden sonra Askeri Mahkemeler 230.000 kişiyi yargıladı ve 517 kişiyi ölüm cezasına çarptırdı. Ölüm cezasına çarptırılanlardan 50’si asıldı. 71 bin kişi Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılanırken, benimde içinde bulunduğum 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılandı. 1.020 subay ordudan ihraç edildi ve yerlerine bugün bildiğimiz gibi büyük ölçüde FETÖ örgütü mensupları getirildi.
12 Eylül darbesinin ilk icraatı, Amerikalıların 18 Kasım 1980’de Bakanlar Kurulu kararıyla açıklanan taleplerini yerine getirmek oldu. Amerikan üs ve tesislerinin yeniden faaliyete geçirilmesine ilişkin anlaşma 1 Şubat 1981 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
12 Eylül darbesinin ve sonraki dönemin belirleyici özelliği, iktidarın kontrgerilla güçleri tarafından kontrol edilmesi ve Türkiye’nin uzun süre Turgut Özal ve Tansu Çiller gibi Amerika’ya sadık yetkililer tarafından yönetilmesiydi.
Turgut Özal, polis teşkilatı içinde Gladyo’yu kurarak, kontrgerillaya devlet kapılarını açtı. Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkımı Turgut Özal ve ardından Tansu Çiller hükümeti tarafından gerçekleştirilmiştir.
ÖZAL DÖNEMİ
Turgut Özal, Bülent Ulusu’nun Türkiye’de 1980 askeri darbesinden sonra 24 Ocak kararlarını uygulamak üzere ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak atanmıştı.
Kararlar, Türkiye’nin Kastelli gibi yüksek faiz vaadinde bulunan ve yaklaşık 2,5 milyar dolarlık mevduat yöneten ancak geri ödemeyen bankacılarla Özal’ın istifasına yol açmasının başlangıcı oldu.
1982 Anayasası %91,37 evet oyu ile kabul edilmiş ve her türlü sendikalaşma, grev ve gösteri yürüyüşü yasaklanmıştır. Sınıf temelli siyasi partilerin kurulması ciddi şekilde cezalandırıldı.
1983’te yeni siyasi partilerin açılmasına izin verildi ve Özal’ın Anavatan Partisi oyların %45’ini alarak 211 milletvekili kazandı.
Cumhuriyet’in tüm kamu servetinin birikimi, yeni bir sermaye sınıfı yaratmak için aktarıldı.
Fethullah Gülen kamuoyunda öne çıkarken, polis bağlantılı FETÖ örgütü hızla büyüyordu. Özal hükümeti, “İslami Cunta”yı Gladyo örgütüne dönüştürdü ve Cunta içinde Fethullahçı çetesi güç kazandı.
AKP DÖNEMİ
2001 yılından bu yana, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e sunulan sahte bir planla Türk ordusunu hedef alan Ergenekon kumpası.
Düzen, Doğu Perinçek ve Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nu yanlış bir şekilde darbe örgütünün liderleri olarak gösteriyordu.
Kıvrıkoğlu’nun emekli olması ve yerine Hilmi Özkök’ün geçmesi planlanıyor. 2002’de Ecevit’in hastalığı nedeniyle erken seçim ihtimali ortaya çıktı ve DSP içeriden kuşatıldı.
Milliyetçiler, Amerikan hükümetinin Türkiye’ye yönelik tasarımlarına karşı bir hükümet planı önerdiler. Ulusal bir hükümet önerildi, ancak Ecevit bunun demokratik bir şekilde kurulması gerektiğine inanıyordu.
AKP hükümeti 2003 yılında Batı medyasının desteğiyle kuruldu ve ilk zorluk yabancı birliklere yetki verilmesiydi.
Hepimiz Sayın Cumhurbaşkanın en az beş yerde “BOP eş başkanıyım” dediğini biliyoruz.
MEHMETCİĞIN BAŞINA CUVAL GEÇİRİLDİ
2003 yılında, 1 Mart Önergesi’nin reddedilmesinin ardından, bir komutanın komutasındaki 11 Türk askeri, Irak’ta Amerikan güçleri tarafından esir alınmış ve başlarına çuval geçirilerek 60 saat tutulmuştur.
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’a bir mektup göndererek, Türk özel kuvvetlerinin şüpheli faaliyetlerine karşı harekete geçtiklerini ve Türk hükümetinin Kuzey Irak’taki koalisyon faaliyetlerine yönelik zararlı eylemlere izin vermemesi gerektiğini bildirdi.
1 Mart Hareketi’nin ardından Türkiye ile ABD arasında tansiyon yüksekti. ABD birliklerinin Irak işgali için Türk topraklarını üs olarak kullanmalarına izin verecek olan önergenin reddedilmesi, Bush yönetiminin planlarına önemli bir darbe oldu.
Buna cevaben ABD, Türk özel kuvvetlerinin Kuzey Irak’taki şüpheli faaliyetlerine karşı harekete geçti. Bu, başlarına torba geçirilerek aşağılayıcı muameleye maruz bırakılan 11 Türk askerinin yakalanıp gözaltına alınmasına yol açtı.
Olay, Türkiye’de öfkeye neden oldu ve birçok kişi bunu egemenliklerinin ihlali olarak gördü. Ancak o dönemde iktidarda olan AKP hükümeti, ABD’ye çok yakın ve Türkiye’nin çıkarlarını korumak için yeterince çaba göstermiyor olarak görülüyordu. Bu, ordunun hizaya getirilmesi ve daha iddialı bir dış politika çağrılarına yol açtı.
Genel olarak olay, Türkiye ile ABD arasındaki karmaşık ilişkiyi ve ulusal çıkarlarla uluslararası ittifakları dengelemenin zorluklarını vurguladı. Ayrıca, uluslar arasındaki yanlış anlaşılmaları ve çatışmaları önlemede diplomasi ve iletişimin öneminin altını çizdi.
FETÖ’nün DEV KULAĞI
26 Mart 2003’te Utah Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferansta CIA başkanı Henry Barkey, ABD’nin Kuzey Irak’taki planını uygulayabilmesi için Türk Ordusu’nun Irak’tan çekilmesi gerektiğini belirtti. AKP ile anlaşma yaparak Türk ordusunu bir kafese hapsettiklerini de iddia etti.
Ergenekon komplosunun hazırlıkları 2007’ye kadar sürdü.
Resmi görevi telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin içeriğini denetlemek olan ama gerçekte FETÖ’nün dev kulağı görevini yapan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), Ağustos 2005’te kuruldu.
Geniş kaynak ve yetkilerle donatılan TİB, Ergenekon komplosunun temel dayanaklarından biri olan yasadışı telefon dinlemenin merkezi haline geldi.
ERGENEKON
17 Mayıs 2006’da Danıştay 2. Dairesi’nde meydana gelen alçak silahlı saldırıda bir üye şehit oldu, dört kişi yaralandı.
2006-2007 yıllarında Rahip Santoro, Hrant Dink ve Zirve Yayınevi cinayetleri FETÖ tarafından işlendi ve aynı örgütün yargı kanadı tarafından Ergenekon iddianamesine dahil edildi.
12 Haziran 2007’de Ümraniye ‘de bir gecekonduya operasyon düzenlendi. Polis gecekondunun çatısında bir sandık içinde 27 adet el bombası ve C4 patlayıcılar bulunduğunu açıkladı. Bulunan bombaların Harp Malulü Astsubay Oktay Yıldırım’a ait olduğu ileri sürüldü. Ancak polis tutanaklarına ve ortaya çıkan video kaydına göre bombalar gecekonduda “bulunmadan” yaklaşık 2 saat önce, 18.30’da karakolda dizilmiş ve görüntüleri çekilmişti.
Video kaydında polislerin kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda dinleniyordu. Video konuşmalarındaki “Genelkurmay var bunun altında” sözleri ise TSK’nın hedefte olduğunun açık göstergesiydi. Şemdinli İddianamesi’yle başlayan tertibi ortaya çıkarma mücadelesi nedeniyle ilk olarak Oktay Yıldırım hedef alındı.
Tertip, sahte imzalar ve sözde toprak altına gömülmüş silahlarla devam etti. Cumhuriyet Hakimi Köksal Şengün gibi onurlu hakimlerimiz, önce etkisizleştirilerek, daha sonra da tasfiye edilerek, düzmece mahkemelerle tiyatro benzeri yargılamalara başlandı.
. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç özel görevli yargıç ve savcıları övüyor; “Onlara bütün Türkiye’nin demokrasi adına büyük bir borcu var” diyor, Türkiye’nin bağırsaklarını temizlediğini söylüyordu.
Bakan Egemen Bağış “hizaya soktuk” açıklaması yapıyordu.
DTP-PKK Grup Başkanı Ahmet Türk “Ergenekon soruşturması bir umuttur; ülkemizi, demokrasiyi zehirleyen bu ittihatçı uzantılarından arındırmalıyız” diyordu.
Sürecin en can alıcı kısmı ise 17-25 Aralık 2013 tarihleri arasında gerçekleşen yolsuzluk operasyonlarıydı. ABD yıllarca hırsızları yakalamayı umursamadı, aksine hükümetleri yolsuzluk bataklığına saplanmaya teşvik etti. ABD’nin polis teşkilatı içindeki FETÖ örgütünü kullanarak hükümet darbesi düzenleme girişimi başarısızlıkla sonuçlandı.
MİT’e ait TIR’ların 1 Mart 2014’te Hatay’da, 19 Ocak 2014’te Adana’da silah yüklü oldukları gerekçesiyle durdurularak aranmalarıyla bir kriz daha çıktı. FETÖ’nün bu girişimlerinin ardından Fethullahçılarla mücadele başladı.
Basitçe söylemek gerekirse, AKP içindeki gizli örgütü nihayet gördü. Ergenekon kumpası çöktü.
EROL MÜTERCİMLER ANLAMLI ÇAĞRI
VEKİLLERİN EMEKLİLİK HAKKI KAKSIN
Erol Bey bir eylem çağrısı başlattı.” Milletvekilleri için emeklilik kaldıralım.” Kampanyasını buradan başlatıyorum “dedi.
Ben, ayrıca maaşlarının öğretmen maaşına endekslenmesini öneriyorum. Bu, milletvekili olmayı arzulayanların özverisini gerçekten test edecek. Yalnızca ülkelerine gerçekten hizmet etmeye kendini adamış olanlar bu zorluğun üstesinden gelebilir. Ayrıca, politikacıların eylemlerinden ve kararlarından sorumlu tutulmaları gerektiğine inanıyorum. Üyelerine düzenli olarak rapor vermeleri ve faaliyetleri hakkında şeffaf olmaları istenmelidir. Bu onların sadece kendi çıkarlarına değil, gerçekten insanlara hizmet etmelerini sağlayacaktır. Ancak o zaman halkı gerçekten temsil eden ve toplumun iyileştirilmesi için çalışan bir hükümete sahip olabiliriz.
Dokunulmazlıkları neden kaldırmıyorlar? Hepsine dokunmayın gitsin. Dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır. Pozisyonları veya statüleri ne olursa olsun, tüm bireylerin eylemlerinden sorumlu tutulmaları önemlidir. Bazı kişilere tanınan dokunulmazlık, yalnızca onları yanlışlarının sonuçlarıyla yüzleşmekten korumaya yarar. Bu dokunulmazlıkları kaldırarak adaletin yerini bulmasını ve herkesin aynı standartlarda tutulmasını sağlayabiliriz. Artık bu dokunulmazlıkların kaldırılması ve tüm bireylerin yaptıklarından sorumlu tutulmasının zamanı gelmiştir
SORUN BİZİZ!
Toplumumuzda, kendi düşünce ve görüşlerimize o kadar çok değer veriyoruz ki, başkalarıyla iletişim kurmakta giderek daha fazla zorlanıyoruz. Bu iletişim eksikliği evlerimizde, ilişkilerimizde ve topluluklarımızda önemli bir sorun nedeni haline geldi.
Bireyler genellikle kendi düşüncelerinin geçerliliğini ifade etmeye o kadar odaklanırlar ki karşılarındakinin ağzından çıkan kelimeleri anlamak için çaba sarf etmezler.
Pek çok durumda, insanlar kendi doğruluklarından o kadar emindirler ki, karşıt görüşleri dinlemeyi reddederler ve bunun yerine yalnızca muhalefete odaklanırlar. Bu davranış, yanlış anlaşılmalara, çatışmalara ve büyüme ve öğrenme için kaçırılan fırsatlara yol açabilir.
Herkesin deneyimleri, inançları ve fikirleri tarafından şekillendirilen kendine özgü bir bakış açısına sahip olduğunu kabul etmek önemlidir. Başkalarını aktif olarak dinleyerek ve onların bakış açılarını göz önünde bulundurarak anlayışımızı genişletebilir ve yeni içgörürler kazanabiliriz. Bu yaklaşım, daha üretken konuşmalara ve işbirliklerine, ayrıca çeşitlilik ve kapsayıcılığın daha fazla takdir edilmesine yol açabilir.
Ne var ki, iş hayatında, evde, toplum içinde sorunlar yaşamamızın en önemli nedenlerinden biri “yanlış” iletişim kurmaktır. Doğru iletişim kurmanın yolu, kendinizi anlatma çabasına girmeden, karşınızdaki kişinin ağzından çıkan kelimeleri duymaktan öte, onu anlamaya çalışmanızdan geçmektedir.
Siyasetin olumsuz çarklarından, bitmeyen kapitalist devlet yöneticisi kaprislerinden, yolsuzluklardan, egosu yüksek insanlardan, başkalarının duygularına önem vermeyen “ben” kişiliklerden, yorulduk. İnsanların duyguları bataklıkta can çekişir hale geldi.
Umut mu, öfke mi, sevinç mi? Bir şeyler yapma hevesi mi? Yoksa kader deyip geçtiğimiz duygularımız mı, birbirlerine sarmalanarak karmakarışık hale geldi? Tüm ilişkilerimiz, kaosa sürüklenir hale geldi.
Sükut ederek, biraz sessiz kalarak, zihnimize detox uygulamalıyız. Aynı zamanda kişilerin vaktini almamak için az konuşmalıyız.
Kendi inançlarımıza meydan okusalar bile, açık fikirli ve farklı bakış açılarına açık kalmak çok önemlidir. Bunu yaparak, nihayetinde olumlu değişim ve ilerlemeye yol açan daha saygılı ve yapıcı bir diyalog geliştirebiliriz.
İletişim kopuklukları sadece kişisel ilişkilerimizi etkilemez, aynı zamanda bir bütün olarak toplumumuza da zarar verir. Başkalarıyla etkileşimlerimizde aktif dinlemenin ve açık fikirliliğin önemini kabul etmek çok önemlidir. Bunu yaparak, daha uyumlu ve üretken bir topluluğu destekleyebiliriz. İletişim becerilerimizi geliştirmeye ve çevremizdekilerle daha güçlü bağlar kurmaya çalışalım.
Duygularımız kader olarak bir kenara atılıp bizi bir karmaşa ve kaos içinde mi bıraktı? İlişkilerimiz de mi kaosa sürüklendi? Bu sorunları ele almanın ve toplumumuzda düzeni ve empatiyi yeniden kurmanın bir yolunu bulmanın zamanı geldi.
Değişim zamanı gelmedi mi? Toplumumuzda empatiye, dürüstlüğe ve sorumluluğa öncelik veren bir değişime olan ihtiyacı kabul etmeliyiz. Harekete geçme ve kendimiz ve çevremizdekiler için daha iyi bir gelecek yaratma zamanıdır.
Pozisyonunuz, statünüz veya felsefeniz ne olursa olsun, kendinizi bir masanın etrafında otururken bulduğunuzda onları geride bırakmanız gerektiğini bilmek önemlidir. Kendinizi, davranışları ve sözleri sizi aşağılık hissettiren insanlarla otururken bulabilirsiniz, ancak onlarla nasıl başa çıkacağınızı öğrenmek önemlidir.
Herhangi bir profesyonel ortamda saygı ve profesyonellik düzeyini korumak çok önemlidir. Bu, kişisel önyargıların ve inançların eldeki göreve müdahale etmemesi gerektiği anlamına gelir. Geçmişleri veya statüleri ne olursa olsun, masadaki herkesin katkıda bulunacak değerli bir şeyleri olduğunu unutmamak önemlidir.
Ancak, birinin davranışının kabul edilemez olduğunu kabul etmek de önemlidir. Biri sizi sürekli rahatsız ediyorsa veya kendinizi aşağılanmış hissetmenize neden oluyorsa, sorunu sakince ve profesyonelce ele almak önemlidir. Bu, sınırlar koymayı ve hatta kendinizi durumdan çıkarmayı içerebilir.
Nihayetinde, herhangi bir profesyonel ortamda başarının anahtarı, açık ve olumlu bir tutum sürdürmektir. Kişisel önyargılarınızı ve inançlarınızı geride bırakarak, elinizdeki göreve odaklanabilir ve iş arkadaşlarınızla ortak bir hedefe doğru çalışabilirsiniz.
Konuşuyoruz, konuşuyoruz, konuşuyoruz ama konuştukça apaçık olan şeyleri bulandırıyoruz. Analiz yapıyoruz, yorum yapıyoruz, ayrıştırıyoruz, detaylandırıyoruz ama bir türlü toparlayamıyoruz.
Kavramlar, terimler, söylemlerle boğuluyor, eylemin gücünü unutuyoruz.
Birey olabilmişsek, zaten o toplumun hücrelerinden biriyiz demektir. Eğer toplumla bir iletişimimiz yoksa ve yaptığımız işlerin ya da varlığımızın herhangi bir işlevi yoksa zaten birey değil, ben oluruz. “Ben”cilikten çıkıp birey olduğunuzda zaten topluma faydanız var demektir.
Ben bir tek terim üstünde durmak istiyorum. O da, “yurtseverliktir”. Aslında bu kavram olmaktan, bir siyasi düşünce olmaktan önce bir duygudur. İnsanın kökünün nereden geldiği değil, aslında insanın içinde doğduğu, büyüdüğü, sosyalleştiği, aynı dilli paylaştığı yere olan sevgisi ve bağlılığıdır. Yurtseverlik konusunu masaya taşısak, bölüntülere böler, günlerce konuşuruz.
Din adına yanlış öğretilerle ve algı operasyonuyla beyinlerinin yıkandığının farkında olmayan insanların çoğaldığını görüyoruz. İşte bunlara sabırla, duygularını incitmeden, küçümsemeden doğruların anlatılması gerekiyor. Cehaletin çok yaygınlaştığını görüyoruz. Gelişmişlik düzeyimiz düşük, siyasi ve idari problemlerimiz var. Cehalet ve yoksulluk el ele vermiş. Aşırı nüfus ve işsizlik artışıyla, Hükümetler, halkın taleplerini karşılamakta yetersiz kalması bir yana, halk git gide yoksullaşıyor. Orta direk olan bizlerde gittikçe fakirleşiyoruz.
Köyümüzde, kasabamızda, şehrimizde bir sorun olduğunda ilk aklımıza gelen o sorundan sorumlu kişiyi bulup, onu suçlamak! Onlarda hükümet yetkilisini suçluyor. Hükümet ise muhalefeti suçluyor. Muhalefet de hükümeti suçluyor. Yani; her birimiz, bir başkasını suçluyoruz.
Aslında birbirimizden şikâyetçi olmamalıyız. Çünkü sorun; “Biziz”. Sen, ben, hepimiz. Kötü gidişatı değiştirmek için hiçbir şey yapmıyoruz. Suçladığımız insanları da biz seçiyoruz.
İnsanların, kendilerini kaderlerine bırakıp, bu kötü gidişi değiştirmek için bir şey yapmadıklarını görüyoruz.
Neden sorunları çözmek yerine, şikâyet ederek yaşamaktan hoşlandığımızı düşünmeye başladım. Şikâyet etmekten, başka birilerini suçlamaktan, hoşlanıyor muyuz? Ne zamana kadar sorunlarınızdan kaçmaya devam edeceğiz? Günlerce bir masanın etrafında tartışarak sonucun değişeceğini mi ümit eder olduk?
Hükümet etme sistemi, toplumun bir parçasıdır. Siz, ben, herkes, köy ve kentlerimiz, Hepimiz! Sistemde eksiklikler varsa, o zaman bu eksiklikleri düzeltmek bizim, hepimizin sorumluluğundadır.
Eleştiri yapmak kolay, peki bunu değiştirmek için bir şey yapıyor muyuz? Hayır! Kimse değişimi istemiyor. Herkesin kendi yaşam biçimi hakkında bir fikri ve eylem planı var ama toplum için fikri ise hep konuşmalarda kalıyor.
Konferanslarda, TV kanallarında birçok insan çıkıp, bizi bilgilendiriyor ama hiç birini bir yerde toplumsal faaliyetler için çalışırken görmüyoruz Saha da nutuk çekmek dışında bu insanları gönüllü olarak çalışırken ve üretirken görmüyoruz. Yani kendi için değil, bulunduğu ülke için toplumsal faaliyetlerde gönüllü olarak çalışmasından bahsediyorum. Bunun örnekleri dünyamızda var.
Bu ülkenin sorununu sadece hükümetin çözmesini beklemek yerine hiç beklentisiz bir köyün, bir kasabanın sorunları halletmek bizim sorumluluğumuz olmalıdır. Bir köyün, sorunlarını oradaki, yaşayan insanlarla çözüm yolu bularak, onlarla birlikte gönüllü çalışmaktan geçer. Bildiklerimizi onlarla paylaşmamız ve öncülük yapmamız ve aydınlatmamız gerekiyor. Üretimden kopan insan tüketici haline gelir. Özellikle gıda bağımsızlığı çok önemlidir. Üreten insan, kapitalizmi korkutur. Bağımsızlığınızı elde etmek istiyorsanız üretimin içinde olmalıyız. Ülkeleri, silah gücünüzle kontrol altına alabilirsiniz. Ama gıdasını kendi üreten ülkeleri, insanları kontrol altına alamazsınız.
Gelişmiş ülkeler, gittikçe sosyal yaşantının içinden çıkıp, sosyal izole bir yaşantının içine girdi. Birlik beraberlik, barış, ahenk, yardımlaşma, git gide azaldı. Lüks yaşamın pençesine düşen insanlar, kendilerine konfor alanı belirleyip o alandan da çıkmak istemiyor.
Öte yandan sınıfsal açıdan bakarsak, besin yetersizliğinden hastalığa yakalanan sağlıklı gıdaya ulaşamayan insan sayısı Türkiye de % 20 yi geçmektedir. Git gide orta direk dediğimiz kesimin de yok olmasından sonra ekonominin sınıflar arası uçurum yaratmasıyla bu rakamlar gün geçtikçe artıyor.
Dünyada besin değeri olmayan bir gıda sektörü yaratıldı. Yani yaşam standardımız yükselme yerine daha düştü. Yapay şekilde beslenmeye başladık.
Hala Anadolu’muzun bazı yerlerinde imece usulü dayanışma sürmektedir. İnsanlar birbiriyle yardımlaşarak tarlasını eker, birbirlerini bilgilendirir, yemeğini birlikte yer, akşam yöre türküleriyle düğünlerini ve hikâyelerini birlikte paylaşırlar. Günümüzde gelişmiş sayılan ülkelerdeki sosyal izolasyona en iyi yanıt; İmece usulüdür. Kısacası gıdasını üreten kişi kendi sağlığına, gelecek nesillerin suyuna, toprağına ve havasına da sahip çıkıyor demektir. İşte yaşam kalitesini yükseltme budur.
Sen, ben, hepimiz; Halkız. O zaman sorunlarımıza toplumsal olarak yaklaşıp, sorumluğumuzu almalıyız. Biz de projeler üstlenip, çözüme odaklanarak kısır döngünün içinde kaybolmamalıyız!
Çözümleri çok fazla dışarıda aramamak gerekiyor. Daha önce bu sorunları çözmüş insanları dinlemek ve izlemek gerekiyor. Onlar dünyanın her yerindeler, hatta yani başımızdadırlar. Kendisi için siyasi gelecek hazırlayanları değil, sahadaki insanları dinleyip onlara kulak veriniz; Çünkü dünyada ki bütün çözümler onların ellerindedir!
Size inanmayanlara illa bir şey ispat etmek zorunda değilsiniz. Hiçbir proje kolay değildir. Kendimizi yönetirken de kararlarımızı değerlendirmeliyiz. Önemli olan cesaretli kısa ve anlık olan şeyler yerine, daha uzun vadeli faydalı olacak değerler için “karar” alıp, kendimizi, gemiye bağlayabilmemizdir.
Gandi ne diyor: ” Önce sizi umursamazlar, sonra size gülerler, sonra savaş açarlar, sonra siz kazanırsınız.”
Biz neden kazanmayalım?
Şununla paylaş: