Skip to content

Zafer Arapkirli​

Yargı ölmüş daha neyi konuşuyoruz?

Günlük olayların hızla gelişimi, verilen demeçler, yapılan açıklamalar, operasyonlar, gözaltılar, tutuklamalar, bunların siyasete ve anlık olarak sokağa yansımaları, çok
“civcivli” manşetlere malzeme sağlıyor.

Gerek yazılı basında, gerekse TV – Radyo – İnternet benzeri dijital mecralarda bizim “gazeteci milletinin” arayıp da bulamadığı kadar heyecanlı ve tabii deyim yerindeyse mesleki anlamda “ağız sulandırıcı” ürünler önümüze düşüyor. Çok şükür, manşet sıkıntısı çekmiyoruz. Bir günde kimi zaman 4 ya da 5 tane manşetlik konu toplantı masalarında tartışılıyor.

TV yayıncıları yazılı basına göre daha şanslı. Sabahtan akşama kadar yepyeni birden fazla konu “Son Dakika!.. Flaş Haber!..” KJ’leriyle ekranda bangır bangır dönüyor.

Kamuoyu da, heyecan dozu bu kadar yüksek bir gündem trafiği ile oyalanıyor.

 

Siyasetçiler, her gün (durdukları yere göre) memleketin “Şöyle iyiye gittiğini” ya da muhalefet safından baktığında “Memleketin şöyle battığını” söyleyip taraftarlarına gaz vermeyi sürdürüyorlar.

Ama bütün bu “harala gürele” içinde, bir şeyi atlıyor gibiyiz.

O da, bu gelişmelerin çok ötesinde, yani “kim ne yaparsa ne olur, yarın şöyle olursa ne olur?” gibi soruların çok üzerinde, vahim bir sorunla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği…

İş dönüp dolaşıp, yaşadığımız pek çok siyasi gelişmenin kaynağının ya da “çözümsüzlük nedeninin” yargı aygıtı olmasına dayanmakta.

Düşünsenize, sadece son bir iki haftanın gelişmelerine baktığımızda, çeşitli seviyede mahkemelerin aldıkları (almadıkları, alamadıkları, kabul ettikleri, reddettikleri) kararlarla siyasete yön verdiklerine tanık oluyoruz. Örneğin CHP’yi ilgilendiren malûm “kurultay – kongre – kayyım – mutlak butlan” soruşturma ve davalarıyla ilgili olarak çok sayıda mahkemenin dahil olduğu bir “gel – git” süreci yaşandı ve yaşanıyor. İstanbul’a kayyım atanması da, ilçe kongreleri ile ilgili de, dün aniden gelen “kayyım kararının iptali” kararı da, daha önce açılmış bulunan büyük kurultay davası ile ilgili kararlar da, YSK’nın tavrı da, AYM’nin tavrı da, bir tek şeye işaret etmiyor mu?

Siyaset, yargıyı öylesine umursamaz ve hoyrat biçimde kullanmayı sistemleştirmiş durumda ki, hiçbir kararın “Gerçek, saf, pür, yansız, maksatsız vb. bir yargı kararı” olduğuna dair, hiç kimsenin güveni kalmamış durumda.

Özellikle siyasi davalarda, ama kimi zaman siyasetçilerin de etkisinin bulunduğu anlaşılan bazı ticari ve bürokratik (vergi, alacak – verecek, imar, iflas, devir, satış vb.) olaylarla ilgili dosyalarda alınan kararlara kim yüzde yüz itimat edebiliyor?

Ben bu durumu biraz da spor alanında, özellikle futbol karşılaşmalarında hakemlerin, VAR (Video Assistant Referee) Odası kararlarında ve hatta Federasyon Disiplin Kurulu ve Tahkim Kurulu kararlarındaki duruma benzetiyorum. Futbol alemini yakından izleyenler iyi anlayacaktır bu dediğimi. Sözünü ettiğim kaar mercilerinin (hakemden ve gözlemciden başlayarak) aldıkları kararların tartışılmayanı var mı hiç?

O zaman hem takımlar yani futbol kulüpleri hem de seyirciler yani taraftarlar “Niye oynanıyor ki bu lig, bu durumda? Sahada dökülen terin, transferde harcaman yüzmilyonlarca Euro’nun, sporseverlerin çektiği sanal heyecanın ne anlamı var?” demek durumunda kalıyorlar.

Yargı alemine dönersek…

Her düzeyde mahkemenin, savcılıkların başlattığı soruşturmanın, kolluk kuvvetlerine verilen emirlerle yapılan baskınların, gözaltıların, tutuklama kararlarının, defalarca uzatılan tutukluluk durumlarının, insan hayatına malolacak kadar vahim hoyratlıkların ve vicdansızlıkların, verilen cezaların, alınan beraat veya tahliye kararlarına rağmen “sırf muhalif diye, birileri sırf o kişi ya da kişiler içeriden çıkamasın diye” AYM ve AİHM kararlarının bile buruşturulup çöpe atılmasının arkasında bu “çökmüş, enkaza dönüşmüş, çürümüş” yargı düzeni yok mu?

Bu durumun sürmesi halinde, bırakınız ülkenin geleceğini etkileyen önemli siyasi davaları, tek tek kişisel yaşamlarımızı ilgilendiren olaylarda dahi bir mahkemeye, bir üst mahkemeye, onunda üstünde bir makama, hatta “AYM ve AİHM’e gitmenin” ne anlamı kalıyor?

Bugünkü rejimin ülkeyi getirdiği noktanın analizini ve tabii o analiz üzerinden “öncelikli olarak neyin çözülmesi gerektiğini” düşünürken odaklanmamız gereken nokta budur sanıyorum.

 

Dün, CHP Genel Başkan Yardımcılarından ve BirGün yazarı değerli ekonomist Prof. Yalçın Karatepe, Orta Vadeli Program kapsamındaki “köprü ve otoyol özelleştirmesi” ile ilgili paylaşımını okurken bunu düşündüm.

Yalçın Hoca, Mehmet Şimşek ve rejimin başını uyarırken şöyle diyordu:

“Bu işi yapmak için Londra mahkemelerini yetkili kılıp yüklü tazminat maddelerine evet diyerek ciddi bir fesih bedeli koyarak bu ülkeye ihanet etmeyin. (…) Biz iktidara geldiğimizde oralarda bulunan tüm gişeleri kaldırıp ücretsiz yapacağız.”

Düşünebiliyor musunuz? Ana muhalefetin bir sözcüsü, rejimin bu işleri, “ülke yargısına bile güvenmeyip, kritik konuları yabancı ülke mahkemelerine taşıyacak boyuta getirdiğini hatırlatıyor.

Yargının bu duruma düşürüldüğüne, ben bunca yıllık (bir hayli diyebilirsiniz) ömrümde ve yarım asra yaklaşan meslek sürecimde hiç hatırlamıyorum.

Toplumsal uyanı ve mücadele yükseldikçe rejimin gideceğine ve tabii gittiğinde de ilk iş olarak “bağımsız yargının” geri getirileceğine dair umudumu güçlendiren tek unsur da, artık halkın önlenebilmesi imkansız bu uyanış ve ayağa kalkışıdır.

İlk iş “yargıyı” yargıçlara geri vermek olmalı.

geri dönüşlerinizi önemsiyoruz

Yazarın Diğer Yazıları

.......@gmail.com

    e medya Ltd. Şti. /Ankara

    Paylaş
    Bağlantıyı kopyala