Ha bire “TANRI TÜRK’Ü KORUSUN” iyi de KORUMUYOR işte SÜRÜNDÜRÜYOR
Dinler ekonomik ve politik ideolojiler gibi değildir. Metafizik, inanç ve ritüeller vardır. İmge ve simgeler vardır. Dini hayat bunlar üzerinden akar. Siz inanç ve ritüelleri kaldırdığınız zaman, o din; ekonomik ve politik ideolojiye dönüşür. Yani dini bilginizle kalırsınız, dini bilinciniz sıfırdır. Tabi bir de toplumsal alanlara ait hükümler var: Yapın veya yapmayın dediği… Bunları zihin dünyamızda sistem bütünlüğü açısından birbirinden ayıramayız.
Malum, “Tanrı Türk’ü Korusun” din dilinde dua / yakarış / zikirdir. Dünya dilinde ise dilek / istek / taleptir. Maalesef Tanrı Türk’ü korumuyor, süründürüyor! Neden acaba? İlk akla gelen şu: Bedeninizle barışık değilsiniz yani Türk Türk’ü korumuyor ve sevmiyor ki Tanrı da Türk’ü korusun. Evet, içinizde etki ve itki potansiyeliniz yoksa boşuna!
Bilinen tarihi süreçte Türk Milletinin uzun soluklu zenginliğinin sır ve sermayesi, gittiği her yerde ‘beraber aydınlanmayı’ yeğleyerek emperyal olguya itibar etmemesiydi. Oysa gelinen noktayı “Kendi insanını sömürmek, kendi bedeninin etini yemektir” diye tanımlamış Prof. Kahveci. Böyle bir başın omuz üzerinde kalması sadece bedene yük değil, aynı zamanda bedenin katilidir. Peki bu olgunun sebebini araştırdınız mı ya da bunun için gayretiniz var mı?
PEKİ BU MANADA DUA ETTİĞİNİZ TANRI NE DİYOR?
Bakın Araf- 55, 56’da “Tanrınıza yalvara yakara- içten, umarak, boyun bükerek dua edin çünkü O aşırı gidenleri sevmez.” diyor. Yani “Tanrı’ya talimat vererek ya da Tanrı’ya yağ çekerek” yakarış olmuyor.
Bence olay sözcüklerde mucize aramaktan, ruhsuzluktan ibaret. Zira davranışlara yansıyan budur. Klasik algıda buna ezber ya da slogan diyorlar. Sözcüklerin tekrarında ısrar, sözcüklere tapınmaktır. Dil bilimcilere göre zaten sözcükler ölü metinlerdir. Onlara ruh veren anlamlarıdır. Söze güç kazandırmak da ayrı bir husus, mana ile anlamlanır ve tacında eylem vardır. Yani sözü, sözcük boyutunda ve söyleyenin popülaritesine göre algılayıp, muhtevayı göz ardı ederseniz hem sözün ruhunu çalmış hem de kendi ruhunuzu inkar etmiş olursunuz. Tabi sözcüklerin gücü ise davranışa dönüştüğü zaman hayat bulur.
Tamam din ve dünya dilinde talebinize Tanrı Furkan- 77’de “Duanız olmasa Tanrı size ne diye değer versin?” diyor ama dua bazı sözleri tekrar etmek değil, gayrettir.
Demek ki dini kavramlarda da durum aynıdır. Kavramı havada kalmış sözcükler tılsım beklentisi doğurur ve ruhuna kavuşup bir de davranışa dönüştüğü an karşılıklı sinerji oluşur ilişkileri yumuşatır, kalpten kalbe giden yolun anahtarını yakalamış olursunuz. Tanrı insanda imanın derecesi ve ibadetlerin esasını da davranışlara bakarak ölçer. Bakın Zariyat 57- 58- 59. ayetlerde “Benim için değil, insanlar için ve insanlık için ne yaptın, davranışların ne, o daha muteberdir.” diye sorgular. Çünkü kavram olarak imanın tanımı yoktur, gaiptir. Buradan hareketle Tanrı ezberini ve sözcüklerin tekrarını duyuyor ama icabet etmiyor. Zira ağzından çıkan sözden ne anladığını istiyor, kulağına anlatamadığın ve duyuramadığın sese itibar etmiyor. Hatta ona sarhoş diyor (Nisa- 43). Dahası matematiksel olarak açıklık getiriyor ve “Hayatı sadece din ve dua ile değil, zamanda çalış ve bilimle tanzim et.’ diyor (Kasas- 77).
Hani duayı andıran bir deyimdir “Bu da geçer ya Hû” diye. Cümlenin sonundaki Yâ Hû sözü Yâ Allah demektir ve dolayısıyla bu da geçer ifadesi ile Tanrı’ya yönelinmekle, her şeyin ondan geldiği kastedilmektedir. Oysa fikirsiz zikir ve eylemsiz dua olmuyor. İlle de HÛ diyorsan Yaratan’dan ötürü, yaratılanı sev yeter. Zira her insan ve yaratılmış her şey Tanrı’nın eseridir. (Şaşkın yanılıyorsun bari yanıltma!)
ZİKİR; düşünmek, harekete geçmek, eylemdir. Düşünme ile enerji alırsınız. Ahzap- 41’te ‘Tanrı’yı sık sık anınız.’ diyor. Peki Tanrı’yı anmak ne demektir?
* Tanrı’yı anmak, Onu anlamak demektir. Hayatı okuyarak yaşamı yüceltmektir. Allah’ın insanlara hangi sosyopsikolojik yükümlülükleri yüklediğini hatırlamaktır.
* Tanrı’ya yaklaşmak muhtaçla paylaşmaktır.
* Tanrı’yı anlamak ise bilmek, bilinç oluşturmak, hayatı okuyarak yaşamı yüceltmektir.
* Tanrı’yı sıkça anın demek yaşamı yüceltmek için gayret gösterin demektir, yani Tanrı’nın yap dediklerini yapmak, yapma dediklerini yapmamak, aynı zamanda Tanrı’nın yap dediklerini yapanların veya yapmayanların farkını görmektir. Kâinatta yaratılmış canlı-cansız her şeye Tanrı’nın istediği gibi davranmaktır. / “Bu adam adil mi değil mi, çalıyor mu, öldürüyor mu, yalan söylüyor mu, hak gasp ediyor mu” fark edebilmektir. Yani Tanrı diye birine inanıyorum demek değildir.
An itibari ile bize ve tüm “din” ile idare edilen ülkelere bakın. İnanç hayatın merkezine oturmuştur. Yahu “adaleti” koysanız ya! Her şey altüst olmuş, Tanrı ve iman bilinci kayıp. / Allah’ın bir tek Kitabı varken Allahçıların yüzlerce… Herkes kendi kitabına göre Allahlaşmak peşinde!
Oysa din, kötüden iyiye evirilmedir. Herkesleşmemektir! Yapmak, etmek, eylemek ve fiildir. Onun, bunun, şunun dediği değildir. Tanrı’nın en özgür kurumu ve iyi insan projesidir. Ondan/dikeyden enerji alır yatayda yayarsın, budur. Anahtarı insan ve doğa ilişkisidir. Hayatın aktığı merkezlerden uzak, yaratılan onca canlı ve cansızdan kopuk ve bu hayatın atar damarlarına kapalı alanlarda, karanlık dehlizlerde hû çekmek değil hayatın içinde yaşam biçimidir. Terzinin mezurasında, bakkalın terazisinde, komşunun şefkatinde. Fakirin, yolda- darda kalmışın yüreğinde, mazlumun bakışında, yetimin göz yaşında, insanın sevgisi ve merhamet duygularında, iş ve aşına olan aşkında, doğanın güzelliklerinde kainatın ihtişamıdır. Hatta Tanrı’ya inanmak demek de iyilik yapmak demektir. Tanrı diye bir mevhuma inanmak, yani amentü/iman etmek değil, iyilik yapmaktır. İyilik yaptığınız için Allah’a inanmış oluyorsunuz. Allah’a inanmışım diyor ama iyilik yapmıyorsanız bu, Allah’a inanmak değildir. Kasas, Bakara, Zariyat sureleri yukarıda.
Adam saatlerce ALLAH’I anlatıyor. Bir dakika FRAVUNDAN’a değinmiyor. Buradan MUSA çıkar mı? Çünkü akıl ve vicdanla irtibat kesik. Yani Kuran’ın insanlığa ne dediği yok! Esas yok, usul var. Esası görmek için hayata bakmak, sonra Kuran’a dönmek lazım. Kuran’a bakıp, hayata dönme. Hayata bak, sonra Kuran’a dön. Din budur. Zira çelişkiler hayatın içindedir. Onları göremiyorsanız Kuran’ı ezberlemenizin bir anlamı yok. (Bakın iniş sırasına göre Alak Suresi ilk sure, oku emri de ilk ayettir. Daha ortada kitap yokken peygambere oku diyor. Neyin okunmasını istiyor? Kainatta tüm yaratılmışların!)
Dinin özü, Peygamberin fiili sünnetidir! Sasani İmparatoruna gönderdiği mesajdan ibarettir. O mesaj, İmparatorun aşağılayarak huzuruna aldığı 3- 5 kişilik heyetin ona “Bu din ile insanları krallara kulluktan! ve dinlerin zulmünden kurtarmaya geldik.” ifadesiydi. Zira servet, şehvet, şöhret ve kölelik düzeninin barındığı nokta burada idi. Yani din baştan aşağı sosyolojik amaçlıdır ve bu ölçüde Müslim- gayrimüslim farkı da yoktur/evrenseldir. Din de bilinç oluşturmak ise iç dünyanda her şeyi bir görmek, dışta ise ritüelleri, hayata taşımakla oluşur. (Namaz, hac, oruç ritüeldir/ibadete hazırlık, tekrara dayalı hareketler.) Namaz (secde), camiden çıktıktan sonra ve hiçbir güce eğilmemek. Hac, hac dönüşü herkesi eşit görerek davranmak, eşitlenmek. Oruç, ramazandan sonra 11 ay açın halinden anlamak. Kılınan namazlar hayata taşınmazsa sorun başlar ritüeller din olur. Günümüzde DİB’in adı Ritüel İşleri Genel Müdürlüğü olmalı. Şu an Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünden farkı yoktur zaten. Belki de işini daha iyi yapıyor olması bakımından Diyanet’ten daha iyi, daha üstün / yeğdir.
Dinler ekonomik ve politik ideolojiler gibi değildir. Metafizik, inanç ve ritüeller vardır. İmge ve simgeler vardır. Dini hayat bunlar üzerinden akar. Siz inanç ve ritüelleri kaldırdığınız zaman, o din; ekonomik ve politik ideolojiye dönüşür. Yani dini bilginizle kalırsınız, dini bilinciniz sıfırdır. Tabi bir de toplumsal alanlara ait hükümler var: Yapın veya yapmayın dediği… Bunları zihin dünyamızda sistem bütünlüğü açısından birbirinden ayıramayız.
İşte bu çerçevede dua fiil, eylem ve amel ile kulun istediğini yerine getirmesiyle anlamını bulur. Daha geniş bir ifade ile Tanrı’nın istediğini yerine getirmek; davranışla beraber, tabiatta ne varsa sana hizmet ettiğini görmendir. Yine bu özet de Bakara- 177’de saklıdır. Baştan aşağı fiildir ve davranışlardır! (Çok sevdiğiniz mallarınızdan fakir fukara, garip gureba, kimsesiz, borçlu, sokakta yaşayan açlara dağıtın. Hak yemeyin, eline (çalmayın), beline (zina yapmayın) diline (yalan söylemeyin) sahip olun.) Özetle, ahlaklı ve adil olun. Yüzünüzü sadece doğu ve batıya çevirmeyin. Sadece cami, kilise, katedral, sinagoglarda ritüeller şart değildir. Yüzünüzü yukarıdakilere çevirin.) Tabi dua aynı zamanda insanların, ruhani ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir fenomendir! Dinlerin öyle manevi bir iç ahenk boyutu da vardır. Evet gayet de ruhanidir ama bu normal hayattaki ilişkileri düzenlemek için bir motivasyon aracıdır! Hatta dertleşmenin kendisi manevi bir zevktir, dua tam böyle bir şey. Yüce alemlerle, ulvi planlarla diyaloğa girmek ve mübarek ufuklara patika açmak gibi ama bu şirkteki mistik lezzetle karıştırılmamalı.
O halde şunu bilmek lazım! (Yukarıda Ahzap- 41’de değindiğimiz üzere)
Fikri, zikri, fiili duayı, sevgili ile dertleşmeyi bilmek lazım.
Fiili dua olmadan diğerlerinin işe yaramadığını bilmek lazım.
Dahası bilmek ne, onu bilmek lazım! Bu manada Sokrates, “Bir şeyi gerçekten bilmek, onu anlatmakla olur.” der. Demek ki birileri hep anlatıyor ama bildiğinden değil, bildiğini zannettiğinden, yani cehaletten, yani ondan öte fecaat.
O halde BİLEN; “Doğru yola çağıracak kimse, ‘sağduyulu bilge, dokunaklı, centilmen, hikmetli, güzel öğüt vermeyi ve en güzel şekilde tartışmayı bilen” olacaktır (Nahl- 125). Tanrı kodu böyle veriyor. Yani BİLMEK; anlayacak kadar, anladığını anlatacak kadar ve anlayıp, anlattıklarını hayata geçirecek kadar.
Peki ANLAMAK, tabi (kavramak için anlamak şart) aşamaları kutsama ile başlayan sanmak, anmak, tanımak, kutlamak ve adanmaktır.
Nihayet ADANMAK ise bilinç oluşturmaktır. İşte bu toplumda din ve bilim dünyasında anladığını ve bildiğini iddia eden birçoğu birçok kavramı ve değeri görerek veya duyarak önce tanıdığını sandı, katı bir tutku ile onları andı, yetmedi kutsadı! Sonuçta bunlar vesilesiyle bir millet imge, simge ve sembollere takılı kaldı. Oysa aşmak için pratikte o ardına düştüğü şeye dair bir şeyler yapmak ve davranışta vaziyet alarak başlattığına ivme kazandırmak vardı.
Bunlardan öncü bir kesimdir, içinden geldiğim iflah olmaz ideolojik sağ / ülkücü- Türkçü 3 kuşak hala slogan ve ezberlerle kabukta dönen ve hala dönüyor. “Tanrı Türk’ü Korusun.” Ne demeli? Haklı olarak korumuyor işte. Bence önce Türk birbirini korusun, kollasın, kazıklamasın, düşman görmesin ve sevsin! Sevmiyorsa saygı duysun. Sonra Tanrı Türk’ü korur şüpheniz olmasın. Zira dualar ve dilekler Tanrı’da oluş şekline göre anlamını bulur. Allah birinin eli ile diğerine yardım eder. Yani bu dileğin ekseninde yardımlaşma, dayanışma, sevgi ve fiil oturur. Alnını secdeden kaldırmamacasına ritüeli sıkça yaparak dua etmek ve dilemek, rüşvet istemektir! Yani işin özünde sen verir isen O verir ve “İrade eşyanın istidadına bağlıdır” der, Şeyh Bedrettin. O halde dua, dilek, istemenin gücü, iradeye bağlı icraattadır. Tanrı’ya sipariş ve talimat vermek değildir. Yağ çekmek de değildir. Yani ÇERÇEVE BUDUR. RUHUNUZA İNDİRİN DE SONRA NE DİLİYORSANIZ DİLEYİN.
Son söz Ertuğrul Gazi’nindir: “Mazluma umut olamazsan Türk olamazsın.” der. Sıfatını tarihe kayıt düşmüş ve ruhunu yansıtmış.
Şununla paylaş: