Skip to content

Demokrasi Zemininde Krallık ve Tanrı Devletin Ontolojisi

Demokrasinin amaç değil araç olduğu zeminde hem siyaset hem de din birer sektördür. Yapılanmanın temeli budur. İçinde bulunduğumuz Müslüman coğrafya bu tablonun hiç de yabancısı değil tabi. Keşke Müslüman ülkeler (eğer varsa) kendi Rönesans’ını yapabilseydi. Münakaşalar hala geçmiş bagajları üzerinden yapılıyor ve itiş kakışta yarış var. Hala yukarılara çöreklenmişlerin örtülü batı hayranlığı ile bunaltılan aşağıdakiler… Öz eleştiri, sorgulama, irdeleme, bilim, felsefe, siyaset, sanat ve çağdaş demokrasi adına atılan bir adım görmek neredeyse mümkün değil. Sadece çiğnenen “gelecek tasavvur sakızı” var. Benzer anakronik koşullar içinde olan bizdeki durum şudur;

* SİYASET bir sektördür. Yukarıda şaşırtan kurnazlar, uyutanlar… Aşağıda şaşırmış şaşkınlar, uyuyanlar… Yukarıdakilerin durumları, kurallarıdır. Aşağıdakiler ise celladına aşıktır.

* DİN de bir sektördür. Yukarıda “cennet vaadi ile aşağıdakilerine cehennem hayatı yaşatan” ruhban takımı… Aşağıda, “ruhunu kendisini ezenlere” satmış bir kütle vardır. Öyle ki aşağıda “dirayet ve idrakten yoksun” bu kütle; kurtarıcı şuura düşmanlığı dindarlık, yukarıdan gelen talimatı buyruk sayar…

Birbirinin sigortası olan bu iki kast ile yukarıdaki kurnazların savaşı bir türlü bitmez ve aşağıdaki sürülerin de sonu gelmez. 

Örneğin bizde bu denklem son 75- 80 yıldır topluma adeta kader olmuş. Günümüzde ise sistem tanrı devlete doğru sürüklenmektedir…

Öyle ki;

Demokrasi, hak, hukuk lakırdısı… Din- iman- inanan- inanmayan kargaşası… Ezan susmaz- bayrak inmez safsatası ve vatan- millet şamatası ile uyutulan SAĞ…

Muhafazakar, fitnelik marifeti ile soluğu kesilerek susturulan SOL…

* Din, “DİN diye hurafe anlatan Müslümanlara” esir…

* Mustafa Kemal Atatürk, “Atatürkçülerde” tutuklu…

* Milliyetçilik ise “iradeleri gasp edilmiş milliyetçiyim” diyen mankurtlara teslim…

* Milletin gövdesi, hangi kafayı omuzunda taşıdığının bilincinde değil, zihnen allak- bullak…

* Tabanı karartan (!) tavanı aydınlatan, tatlı su aydınları revaçta…

* İlmin haysiyetini yerlerde süründüren ilim adamları, münkabız yazarlar akredite…

* Akvaryumdaki sosyalistlerin can çekiştiği…

* Turfanda Osmanlıcıların çemkirdiği…

* Düzenbaz ve ruhsuz sanatçıların zirvede olduğu…

* Yandaş, yalaka ve dalkavuk danışman takımının zirvesi ile zırvası ve her kesimde, liyakatsiz atanmışların, yukarıya kuyruk sallayıp, aşağıyı ısıranların ve günahlarından güç alanların egemen olduğu TABLO.

En önemlisi ise bildiğim 70 yıldır küresel emperyalistlerin gölgesinin, bu ülkeyi idare edenlerin üzerinden (bu günkü kadar olmasa da) hiç eksik olmadığı… Öyle ki bu idarecilerin hemen hepsi hak, hizmet, adalet gibi evrensel söylemlerle yola çıkıp, insanları birbirine yükledikleri sıfatlarla boğuşturarak yollarını bulmuşlardır.

Yani 70 yıldır, sistemde KURALLAR ve DURUMLAR, KRALLARA dayalıydı. Aslında bu hal 6,5 asırlık Osmanlı başta olmak üzere 10 asırlık dikey toplum yapısı cumhuriyete sirayet etmiş ama bu hastalığı kökten halletmeye Cumhuriyet yetmemişti. Zira cumhuriyetin banisi Mustafa Kemal Atatürk’ün ömrü, insanı sistemin EMTİASI haline getirmiş olan bu kadim yapıyı kırmaya yetmediği gibi, bu toplum ölümünü müteakip onun dehasından saçan ışıktan mahrum bırakılmıştır. 

Şöyle ki, süregelen bu toplumsal yapıda, yukarıda uyutanların heybesinde (demokrasi ambalajlı) “etnik, din, renk, soy, boy, efendi, köle, riya ile bunları kumanda eden tarikat ve partiler” vardı. Ortada olmayan sadece insan idi. Halbuki içinde bireyin olmadığı, milletsiz devlet simgesel devlettir. Hükmü ile hakim durumlara göre kuralların ilke olarak kabul edildiği, takdirle veren bir el – cebren alan bir anlayıştan oluşan bir toplum… Nihayet adı devlet… Yani kendi insanını sömüren ve herkesin birbirini kazıkladığı, devletin ise herkesi kazıkladığı günümüz! Ondan olmalı bir türlü aldanarak aldatanların ardı gelmediği gibi geleceğe de benzemiyor.

Bakmayın adının demokrasi olmasına, tadı otokrasi ya da monarşi, ne fark eder. Bu yapının omurgası, dalkavuk güruhudur. Bu dalkavuk güruhu gücünü, her dönem, yukarıdan kul olduğu kapıdan, cüretini ise aşağıdan ısırdığı kesimden yani dibe vurmuş sürüden alarak sistemin ömrüne ömür katmıştır.

&

Bakın Carl SAGAN’ın yaptığı müthiş tespite; “Tarihin en acı derslerinden biri şudur: Yeterince uzun zaman aldatılmışsak, aldatmayı ortaya koyan her türlü kanıtı reddeder, gerçeği bulmakla ilgilenmeyiz artık. Aldatmaca bizi kafeslemiştir. Tuzağa düştüğümüzü kendimize bile itiraf etmek, son derece acı vericidir. Çünkü bir kez, şarlatana ipleri verdiniz mi bir daha hiçbir zaman geri alamazsınız! Böylece yenileri çıkagelene kadar eski aldatmacalar sürer gider.”

İlle de bu aldatma, çağın vicdanı olması gereken din vasıtasıyla sağlanmışsa! Vay insanlığın haline! Ki düştüğümüz çukur tam da budur.

Sarah BERNHARDT bu durumu “Biri, sizi bir kez aldatmışsa suç onundur. Birkaç kez aldatmışsa o suç senindir” diyerek ne güzel ifade etmiş.

İşte aldatmada metot oldukça zengin olmalı ki insanları aldatmak ve insana kıymak uğruna adeta alçaklık ihdas etmekte yarış var! Binaenaleyh aldatıldım, mağdurum diye diye gaz alarak, güç toplayanların macerası bir türlü bitmek bilmiyor, bu gidişle de bitmeyecek.

Çünkü bu toplum aptallıkta kurnazlığı kovalayanların yoğun hipnozu ile çoğunluğun kuşatıldığı toplum.

Bu toplumda yukarıdakilerinin bitmek bilmeyen kuru ihtirası, aşağıdakilerin katı taassubu eşliğinde ve topyekûn akıl tutulması ile çanlar; artık kral öldü yaşasın kral için çalar. Bu devletin adı tanrı devlettir.

Prof. Dr. Niyazi Kahveci’nin manidar tespitlerine bakalım isterseniz sırasıyla:

Kahveci, “Türkiye’nin sosyo-psikolojik yapısı, demokrasiye değil monarşiye uygun görünüyor” derken duygusunu değil yargısını ifade etmekte sanırım.

Devamında, “Monarşide halk devletten, demokraside devlet halktan korkar. / Kerpiç malzeme ile plaza yapılamaz. Monarşik yapıyla demokrasi yapılamaz… / Gerçek demokraside, halkın gücüyle halka güç taslamak yoktur. / Yetkilinin, halktan korkmayıp istediği araziyi istediğine verdiği halkla demokrasi olmaz. Hülasa Türkiye’nin temel sorunu, kanunların uygulanmamasıdır” diyor Hoca.

Son tespiti daha da manidardır: “Demokraside halkın hakkını halkın kendisi korur. Hakkının yenmesini önlemeyen halkla gerçek demokrasi uygulanamaz” diyor. Aşamadığımız ve açmazımız tam da şudur: “Bir toplumun ‘bilinç düzeyi’ o toplumun kendi cenneti ya da cehennemidir” vesselam.

Son söz, demokrasi postuna bürünmüş diktatörler için Sait Halim Paşa’ya aittir. Diyor ki: “Sultan Hamit dünyaya gelmemiş olsaydı, yine kendi çağdaşları bir sultan Hamit’in meydana gelmesine sebebiyet vereceklerdi.”

Ne diyelim uykudakilerin uyanmasına vesile olsun;

    e medya Ltd. Şti. /Ankara

    Paylaş
    Bağlantıyı kopyala